25 Ocak 2012 Çarşamba

Hamburger dosyası - Bölüm 1

“Zevk için” burger yemek yeni yeni alıştığım bir şey. Bir kere zaten ağzıma sığmıyor. İkincisi “ekmek arası” alışkanlığım yoktur, üçüncüsü de hamburger köftesini son derece “anlamsız” bulurum. Bu sonuncusu Adanalı olmakla alakalı sanırım, bir etin içinde baharat maharat yoksa onu neden yiyeyim ki? Evde de yaparım onu ben.

İşte tam da bu sebeple, peynirli ve “içerikli” burgerleri daha çok seviyorum. Mantarlı bir çizburger yesem kendimden geçerim hatta. Uuu canım istedi bak.

Bir ara burgerci dolaşıyorduk. Yazacaklarım ayrı ayrı yerlerde bulunuyordu, ben de “özet geçip” buraya toparlayayım dedim… Burayı kullanmaya çok önceden başlamalıymışım, evet.

Buyrun efendim, gittiğim yerler ve aldığım notlar bilgilerinize iftiharla sunulur:

*
Yerleşim düzeni itibariyle genel olarak bütün burgerciler aynı durumda. "Ye ve defol git" diyor adam. "İki hamburgere 40 lira vermiş olman senin sorunun ve buraya restoran muamelesi yapmanı gerektirmez" dendiğini açıkça algılıyorsunuz. Kaldı ki insan kendini hemen kalkmak zorunda hissetmese bile zaten sırtı ağrıdığından istemese de kalkıyor.

Bir tek Moda’daki Burger Box böyle olmayabilir, onu da anlatıciiz…

Sıradan gidelim, web siteleri için lütfen başlıklara tıklayınız...

Burger House

Düşünün ki ben buraya son gittiğimde adı hala “Günaydın Burger House” idi. Burada verilmek istenen mesaj: Gitmeyeli çok oldu, bilgiler güncel değil.

Burası benim aklımda ekmeğiyle kaldı. Gerçekten leziz. İyi pişmiş, susamlı filan. İnsanı "şişiren" bir ekmek değil. 

Köfte, beklentimin zaten çok yüksek olmadığı bir şey. Ağzıma dolu dolu et tadı geliyorsa tamamdır ki geliyor. Gittiğim burgerciler arasında Günaydın'la Dükkan'ı ayrı tutarım; buranın köftesi Dükkan'ınkinden şeklen daha düzgün. Yani her ısırıkta ağzınıza aynı miktarda köfte gelmesi mümkün. Dükkan'da ise mesela, köftenin ortası daha kalın. Gramajları ise aynı.

Bir de, geçen Uğur söyledi, etlerini dışarıdan almıyorlarmış. Takdir ettim. Gerçi işi ciddiye almayacak olan adam her şekilde almaz, ama et gibi majör bir değişkenin "tedarikçi inisiyatifine" bırakılmamış olması her durumda daha güvenilir bir algı oluşturuyor. Etlerinden bir şikayet olursa karşınıza geçip "Eeööö bizim et aldığımız adam dağa kaçmış da, dağı da inek içmiş, ondan böyle..." diyecek halleri yok yani.

Patates donmuş değil, bu güzel. Tadı da güzel. Baharatlı ya da elma dilimli yapıyorlar mı bilmiyorum, ama parmak patates gayet ağız dolduruyor, hoşuma gitti. Görselini aradım mamafih bulamadım. Sitelerinde ise "Dünyanın ünlü markaları Lambweston, Mccain ve Wersing'in özel reçetelerine göre hazırlanmıştır. Detayı hiç sormayın, bize bırakın siz keyfini çıkarın!" yazmışlar. Zaten niye sorayım ki, patatesini yerim bağını sormam. (Not: Sonradan http://bizusenmedik.blogspot.com/2009/12/gunaydn-burger-house.html adresinde buldum ama onu koysam şu alttakini koyamayacaktım. Hem siz kendiniz tıklayın, vatandaşın blog'u tıklanmış olsun. Özümde iyi bir insanım, evet.)

Garlic mushroom burger. En sevdiğim. Gerçi ağzıma sığmıyor :/
Menü zengin. Yani zengin derken, aslında "yeniliksel" olmayan şeyleri ayrı tutuyorum. Atıyorum bi bacon'lı buger tabii ki olacak, ya da cheddar'lı. Allah'ım neler konuşuyorum ben, evinde Dost Yoğurt yiyen biri olarak nasıl cümleler bunlar... Neyse konuya dönüyorum, çeşit derken mesela, quesadilla burger'leri var. Ya da jalapenos'lu. Olmadı Arnavut soslu, köz biberli. Güzel şeyler bunlar.

İnternet sitelerinde göremedim, fakat biz gittiğimizde bir burger yerine üç küçük burgerli çeşitleme yapabiliyorduk. Ben öyle yaptım birinde, çok da hoşuma gitti. "Yeni şeyler denemezse ölecek" hastalığından mütevellit, menüde ne varsa bi parmaklamak eğilimindeyimdir zira. Yalnız ben üçlü isterken şöyle bir sıkıntı oldu, her hamburgerin küçüğünü isteyemiyorsun. Belli bir üçleme var, ya onu isteyeceksin, eğer değişiklik yapmak istersen de ya birinden iki tane isteyebiliyorsun, ya da değiştirmek istediğine "çok benzer" bir şey seçiyorsun. Yani atıyorum, sen birini tavukluyla değiştirmek istiyorsan, o olmuyor. Ancak işte, çizburgerine mantar ekletebilirsin filan gibi. Açıkçası biraz anlamsız bulmuştum ama ne yapalım... Bir de, aslında bunu Dükkan'da yazmak lazım belki bilemiyorum ama, Günaydın'ın küçükleri Dükkan'ın küçüklerinden daha küçük. Bir anlamda iyi, çünkü hepsini bitirmek sıkıntı oluyor.

Fiyat bakımından, Dükkan'dan yarım tık altta duruyor. Ama yarım yani, o kadar. Yine iki kişi 50 lirayı gözden çıkarın siz, patatesiydi kolasıydı derken gider yani.

Ama o garlic mushroom burger... Gerçekten özlenesi bir şey... Yiyin yedirin.

*
Dükkan Burger:

Önce bir son dakika haberi, buranın sahibi Emre Mermer iflas etti geçenlerde. Buna ilişkin link vereyim dedim ama Google'a "emre mermer iflas" yazınca efendim "sosyete kasabı iflas etti" "sosyete kasabını eşi kiminle bastı" gibi haberler çıkıyor. Tarzım değil.

Sadece diyecektim ki, Dükkan'lara kayyım atanmış diye duydum, muhtemelen hamburgerler bozulur, bugünlerde gittiniz gittiniz. Gidin. Yani ben daha çok Günaydın'cıyım ama Dükkan da ayrıdır.

Dükkan'da en sinir olduğum şey dekor. Yani daha doğrusu dekorsuzluk. Tamam orası bir restoran değil burgerci, tamam rahat bir ortam, mum ışığı, çatal bıçak takımı filan beklemiyoruz, tamam uzun uzun oturmak için gelmedik. Ama bi lavabo koysaydınız ya. Bildiğin teneke kovayı lavabo, bildiğin alaturka tuvalet hortumunu musluk yapma ya. Yapma bunu bana. İki hamburger bir patates iki biraya 60 lira alıyorsan, bunu yapma. Çünkü bu bir "konsept" değil, hortumu konsept diye iteleme çabası. Ya da ben çok yanlış gelmişim.

Hani bakımsız ve salaş görünmek için dünyanın parasını ve zamanını harcayan ergen ruhlu tipler var ya, onlar gibi. Geçen gün taktığım "smart casual'lardan" birkaç tık daha "ergen" bir durum.

Bizim Adana'da sokakta şırdancılar olur, geceleri çıkarlar. İki masa dört tabure, şırdanı da eski tip pembe bar kağıdına sarıp eline öyle verir, basar kimyonu yer kalkarsın. Hizmet aynı, fiyat ise en fazla onda biri kadar. Mis.

Eyyamcılığı bırakıp "esasa" girelim... Dükkan'ın sitesine bakınca, Günaydın'ınki biraz "overdose" geliyor. Dükkan, fast food kültürüne daha uygun bir görsellik sunmakta, kendinizi rodeodan yeni dönmüş bir kovboy gibi hissetmeniz mümkün. Altınızda kot üstünüzde kareli gömlek olması tercih sebebi. Fakat Günaydın çok daha içerikli, daha şehirli, daha "iş güç sahibi."

Ekmeği günaydın gibi akılda kalıcı değil, hatırlamıyorum. Zaten buranın asıl olayı patatesi bence.

Onur buradaki patatesin donmuş olduğunu iddia ediyor ama ben bilemedim, çünkü tadı çok güzel. Gittiğim burgerciler arasında en iyi patatesin burada olduğunu söyleyebilirim.

Köfte konusuna Günaydın'da değindim zaten, bu ikisinin esaslı bir farklı olduğunu düşünmüyorum. Genel olarak, orta pişmiş 140 gr. kocaman köfteyi hamburger ekmeğinin içinde görmek beni mutlu ediyor. Yalnız işte köftenin şekli önemli, ortası şişik olursa iyi olmuyor.

Bu arada şimdi öğrendim, bunlar da eti kendi çiftliklerinden alıyorlarmış. Aferin.

Çok güzel ama işte mantar da olsaymış...
Menüleri Günaydın kadar zengin değil. Mesela tavuklu yok ama burada da sucuklu var. Satır burger yemedim ama çok leziz görünüyor, tereyağlı burger ise leziz ama çok fazla tereyağlı, insanı çok fazla "kesiyor." Bunun dışında, mantarlı yok, blue cheese'li yok, bir ara zeytinli "çakma kral" vardı o yok, (gerçi zaten çok deli tuzluydu o, tuz yalayan biri olarak ben bile yiyememiştim) yok oğlu yok. Hamburger, çizburger, sucuk burger, tereyağlı, satır köfteli ve dükkan burger var. Aslında bir hamburgerci için gayet yeterli görünen bir menü, "boşan da semerini ye" derken haklısınız. Fakat işte, ilk Günaydın'a gidince, beklenti yükseliyor biraz...

Yine menüde görünmemekle beraber, 3'lü hamburger alabiliyordunuz bir ara. Ben ondan yemiştim ilk, ama fazla gelmişti. O küçük hamburgerler aslında o kadar da küçük değil, 3 küçük yiyince aslında 2 büyük yemiş oluyoruz.

Ben tabii her şeyin en karışığını seven biri olarak, buranın en çok Dükkan Burger'ini sevdim. Köfte, dana bacon, cheddar ve soğan var. Gerçi pişmiş soğandan çok hoşlanmıyorum ama burgerciler beni ona da alıştırdı sayılır.

Of çok canım istedi yalnız. Beyler :(

*
Evet şimdi, ilk anlattığım ikisinin yanında "diğerleri" olan gruba geçiyoruz...

*
Mano Burger:


Ortam güzel. Ne Dükkan kadar plaza, ne Günaydın kadar Cadde

Buranın Dükkan ya da Günaydın ile kıyaslanmaması lazım; bariz farklılar çünkü.

Dekor ve sunum açısından neredeyse Dükkan'ın aynısı, ama tuvaletleri düzgün. Lavabosu var.

Fiyatları daha makul. Köfteler daha küçük, hamburgerler daha ince, yani çok daha kolay yeniyor. Bu konuda "ağza sığma" kriterini işleten biri olarak, rahatlıkla yiyebildiğimi söyleyebilirim.

Bu arada köfteleri daha küçük deyince, sitelerindeki menüye bakıp aldanmayın... Ben baktım ve ezberim şaştı, ne oluyor diye kaldım, benim gittiğim aslında Mano değil miydi ya da aslında kaşık yok mu? Çünkü ben gayet, tek köfteli, aşağıda gördüğünüz türden, tamam lezzetli ama süfer de olmayan, makul bir hamburger yedim. Fakat sitelerine baktığınızda tüm çeşitleri toplam 100 küsür gramlık iki köfteyle yapılmış görüyorsunuz, aklınız karışıyor. Meğer bunun teklisi ayrı çiftlisi ayrıymış. E çok mantıklı, peki ben bunu nasıl fark edemedim, o muamma.

Böyle bir şeyler. Fotoğraf Düşünen Adam'dan.
Tüm hamburger çeşitlerinin peynirli olması çok hoş. Zira bence burger, peynirli olması gereken bir şey. Yine tüm burgerlerde standart olarak Mano Sos var, leziz ama dikkat, hafif acımtrak. Sevmeyenler olabilir. Ben burada Camarillo seçiyorum, sebebi malum, en karışığı o çünkü. Hem peynirli hem zeytinli.

Hamburgerdeki zeytin, Dükkan'ın eski çakma kral'ı gibi tuz manyağı yapmıyor, gayet doğru düzgün. Beğendili bir hamburgerleri var ama henüz denemedim. Enteresan olabilir. Mesela Burger Box'ta hamburgerin yanında patlıcan salatası getiriyorlar, gayetten de güzel gidiyor. Bu arada, güya ilk gittiğimde de "bir sonrakinde beğendiliyi deneyeyim" demiştim ama Camarillo'yu görünce unuttum... Fakat bu kez kararlı duruşumdan ödün vermeyeceğim...

Patatesi donmuşundan yapıyorlar; Mano bu konuda "abilerinin" yanına bile yaklaşamaz. Tamam köftenin küçük olmasını sorun etmem çünkü zaten "dublex" söyleyip köftesel güdülerimizi tatmin edebiliyoruz. Ama patates mühim, patates kesinlikle güzel olması gereken bir şey.

Yani "markalı hamburger" yiyeyim ama 20 lira vermeyeyim diyorsanız, olur burası. Nitekim "trenchkot" burası için "Mano olan bir yerde, Burger King gereksiz." demiş. Evet, Mano olan yerde sadece Burger King gereksiz.

*
Burger Box:

Penceren bakınca Moda Caddesi.
Ah ben en çok burayı seviyorum... Günaydın kadar "orgazmik" değil ama hem makul fiyatlı, hem otururken sırtın ağrımıyor, hem de Moda'da.

Evet "mahalleciliği" bırakıp "öhm" diyerekten konuya girelim...

Mano'dan iyi, ama bir Günaydın ya da Dükkan değil. Performans olarak "büyüklere" gaayet yakın, fiyat olaraksa Mano ayarında. Yani bence son derece tercih edilebilir bir yer, çünkü en iyileri o "büyükler" ama onlara sinir oluyorum.

Küçük burgeri, Dükkan'ın küçüğünden daha küçük. Ama bence bu iyi bir şey, çünkü 140 gr. köftenin, ah hep aynı şeyi söylüyorum, "sığmama" sorunu var. Yemeyi beceremiyorum.

Ama zaten köftenin sorunu gramajı değil. Kendisi. Aslında güzel, ama "az-orta pişsin" dediğin zaman kenarlarının yanması pek iyi olmuyor... Çiğ mi istesek acaba bi dahaki sefer?

Burgerle beraber tadımlık bir patlıcan salatası getiriyorlar. İçinde ne olduğunu çözemedim ama değişik ve güzel bir şey. Yani çözemedim derken, o tadı biliyorum ama neyin verdiğini bilmiyorum. Beyaz bir salata, bildiğin terbiyeli patlıcan gibi görünüyor. Ama deneyin bence, enteresan çünkü.

Baharatlı patates çok hafif acı ve çok lezzetli. Normal kızartma istemediğimiz için, patatesin hazır olup olmadığını anlayamadım. Baharatlı olunca farkı anlamıyorum çünkü. Sitelerinde donmuş olmadığı söyleniyor ama denemek lazım.

Dekorasyon güzel, oturabiliyorsun. Arkana yaslanabiliyorsun filan, uzun boyluysan eğer birkaç kat olman da gerekmiyor hem. Benim öyle sorunlarım yok, alçak yerlere de oturabilirim gayet; ama uzunların hayatı çok zor. Hem buranın tuvaletlerinde bildiğin normal bir lavabo, normal bir kapı filan var. Beğendim. Servislerini tabak çanakla filan yapıyorlar, fena da olmuyor açıkçası. Çünkü o "kağıt üstünde" yeme konseptini son derece özenti buluyorum. Hamburger gibi hiçbir "kökeni" olmayan, hatta "olayı kökensizlik" olan bir yiyeceğe zorla "yeme adabı" kazandırmaya çalışılıyormuş gibi geliyor. Yapay şeyler bunlar.

Chef's burger. Bacon ve peynirli.
Ekmeğinin bir olayı yok, bu konuda Günaydın hala "rules." Yani tabii ki marketten aldıkları Uno'yu itelemiyorlar, daha neler, ama işte akılda kalan bir unsur değil ekmek.

Ben burada Chef's yedim, çok da memnun kaldım. Daha büyük bir fotoğrafını eklemek isterdim ama siteleri düzgün çalışmıyor, Google'da da aradığımı bulamadım.

Çeşit anlamında burada da bir sıkıntı var, biri tavuk olmak üzere 6 çeşit bulabiliyorsunuz ama hem mantar hem peynir hala sadece Günaydın'da var. Hamburgercilerin zeytin ve mantar açılımı yapmaları lazım bence, benim gibi pisboğazların da tatmin edilmesi lazım.

Fazla gitmedim, ama komşumdur, severim. Hem hamburgerinizi yedikten sonra hemen karşınızdaki ali Usta'dan dondurmanızı alabilir, ya da isterseniz iki adım daha gidip çay bahçesinde oturabilirsiniz. Çünkü Moda, İstanbul'un en güzel yeri.

*
J Burger:

Büyüğü yoktu.
Valla diğer hiçbir burgercinin karşısında, hiçbir tercih gerekçesi bulamıyorum burası için.

Bir kere patatesi çok kötü. Bildiğin Mc Donald's patatesi, o kadar kötü. Tamam diğerlerine verilen para da gözüme batıyor ama hiç olmazsa güzel şeyler yiyoruz.

Sadece New York yedik, diğer ürünlerini bilmiyorum. Benim o ürünü seçme sebeplerimden biri mantarlı olmasıydı. Fakat burgerin içinde mantar bulmak için sıkı bir arkeolojik çalışma gerektiğini fark edince aramaktan vazgeçtim.

Masada ketçap mayonez hardal gibi malzemeler yok, niye ki? Tamam mutlaka isteyince geliyordur, ama insanın kendisini o kuntik sosa mecbur hissetmesi hoş değil. Kuntik dedim evet; kardeşim eğer öyle bi sos kullanıyorsan, müşterine bunu neden söylemiyorsun? Neden ben yediğim şeyin içini açıp o kuntik sosu ekmekten kazımakla uğraşayım? Sana gelmeden önce "Hmmm acaba J Burger nasıl bir sos kullanıyormuş bakalım..." diye araştırma yapmak zorunda mıyım?

Ketçap sevmem fazla, o yüzden ketçap hadisesini iyi değerlendiremiyor olabilirim. Ama biraz su katılmış market salçası gibi geldi bana. Kusura bakma da yani, bilemiyorum...

Vallahi kasten seçmedim, sitelerinde başka görüntü yok.
Aaa en önemlisini unuttum... Köfte... Kuntik sosla birlikte en önemli sebep!

Benim yediğim burgerde hem biftek hem köfte vardı. Tüm ürünlerde mi böyle yoksa benimkinde biftek de var diye mi bilmiyorum, ama yediğim köftenin bizim Tek Büfe'nin köftesinden esaslı bir farkını görmedim. Cidden görmedim. Yok, bildiğin market köftesi. O köftenin kilosu bile 20 lira değildir, ben bir burgere 20 lirayı gidin köftesini marketten alın diye mi verdim?

Buranın normal burgerlerinin köftelerinin daha bi dolgun ve leziz olmasını umuyorum. Yani öyle olmalı, düz market köftesine 20 lira verilir mi? Eğer hepsi böyleyse, Dükkan'ın ya da Günaydın'ın köfteleriyle bunlar 3 servis çıkarır.

Sonuç itibariyle, ı ıh. Buranın cidden lüzumu yok. 20 liram bana batıyorsa gider Günaydın'da yerim.

*
Bir sonraki bölümde, Burger Lounge, Gourmet Kitchen Burger ve (Serhat'ın tavsiyesiyle) Happy Moon's'a niyetliyim.

O arada Ankara'ya gidersem, Burger Story de var aklımda.

Bizden ayrılmayın.













8 Ocak 2012 Pazar

Mutluyum :)

Aslında başlığı "evde yaşanan mini hazlar" olarak atacaktım ama hem gizli reklama girer, hem de çağrışımı farklı. Öhm.

Geçen gün Mecidiyeköy'ün nezih (!) kaldırımlarında, yine kafamda bin tilkimle beraber, başım önümde yürüyorum. Ama bir Göksun'un başı önündeyse bile, sağını solunu elbet görür...

Önünden geçtiğim bakkalın camında, tam gözümün yüksekliğinde, üstünde Browni yazan bir paket gördüm... Ya bu hissimi lütfen anlayın, hani yolda çok acayip bir şey görünce "O ne lan!" diye sesli bir şekilde kalırsınız ya, gerçekten tam olarak öyle oldum. Durdum, evet sesli olarak "o ne lan" dedim, geri dönüp baktım ve bakkala girdim...

O derece gözüm döndü.

Special thanks to: Uğur. :)
Sadece vişnelisi vardı, bakkal abi vişneli olmayanının gelmediğini söyledi. Ama paketin arkasında çıktığı yazıyor, ilk fırsatta onu da buluciim.

Aldığım gün yiyemedim, Oda'da çikolata ikram ettiler, kesti.

Dün fazla evde değildim, kaldı.

Bugün ise, kahvaltımı yanda gördüğünüz şekilde yapıyorum. Evde yaşanan maksi haz oluyor.

Hele geçen günkü ıslak kek sayıklamasından sonra, Eti'nin bu hareketi çok on numara bir iş oldu.
Canım Eti.
Mutsuz kadının can simidi.
Eti Eti Eti.

6 Ocak 2012 Cuma

Şu an ağlıyorum ve "ıslak kek" yazıyorum biliyor musun...

Fırınım olduğu günlerde şu şekilde yapardım bunu ben, çok da on numara olurdu.
O günleri sevgi ve özlemle anıyoruz...

Daha önce hiç kek yapmayan arkadaşlarımıza yönelik ve muhtelif kaynaklardaki bardak ölçülerinin, deneme yanılma yoluyla düzeltilmiş haliyle anlatalım:

Fotoğraf Hamarat Abla'dan.
- 1.5 su bardağı şeker deniyor mesela, efendim ben yaptım, 1.5 sb. şeker koyunca ballı kek gibi oluyor bu. 1.5 bardaktan iki parmak kadar eksik koydum, yemeye kıyamadım.
- 1 paket margarin mi, daha neler! O kadar yağ içeren bir kekten bir dilimi bile bitiremez ayol insan. Mıhlama yapmıyoruz arkadaşım, kek bu. Yarım paketten fazla olsun, yeter. Eritelim usulca.
- 3 çorba kaşığı kakao, kaşıklar öyle kakao dağı kadar olmasa da bir kakao tepesi oluşturmuş halde olmalı. Ha isterseniz dağ halinde doldurun, bu tamamen tercih. Ama üçünü de öyle aşırı doldurursanız kakaosu rahatsız edecek düzeyde baskın olur derim ben.
- 1 su bardağı süt, evet. Bu konuda yapacak bir şeyimiz yok.
- Efendim bir de, şöyle çeyrek ila yarım bardak sütte azcık (1 tatlı kaşığı kadar) neskafe eritelim dedik biz, ekledik içine, şahane oldu.
- Ah neredeyse unutuyordum, bir adet limonun kabuğunu da rendelemeliyiz tüm bunların yanında...

Yağın yarısını ve tüm bu sayılan malzemeleri iyiiiicene bir mikserleyelim şimdi. Ama iyice olsun. Şekerler erimiyor çünkü, pütür pütür kalıyor. Kalmasın. Limon kabuğu için yapılacak bir şey yok sanmayın, var. Blendır kullandık mıydı ga-yet homojen bi yapıya ulaşabiliyoruz.

Bir su bardağı ayıralım şimdi bu karışımdan. Unutalım onu bir süre.

Kalan malzemeye:

- 3 adet yumurta ekliyoruz
- 2 "gevşek" su bardağı un. Aman dikkat, sakın ha sakın, bardağı un paketinin içine daldırmak suretiyle doldurmayın. Bardak o şekilde çok fazla un alıyor. İlk yaptığımda öyle yaptım, kakaolu ekmek gibi oldu bizim kek. Bardağı kaşık kaşık doldurmak lazım, arada boşluklar kalmasına izin vermeliyiz. Öyle sıkı sıkı dolmamalı bardak. "gevşek" demek bu demek yani.
- 1 paket kabartma tozunu da boşaltalım

Yedirelim iyice. Dönsün dursun mikserimiz pervasızca.

Akabinde, yine bir tavsiye olarak, dövülmüş ceviz karıştıralım. Eğer cevizlerin un gibi olup dağılmasını istiyorsak mesele yok, daldıralım mikseri olsun bitsin. Fekat belirgin olsun istiyorsak, tüm karıştırma işlemi bittikten sonra içine makul büyüklükte cevizleri atıp kaşıkla karıştırmalıyız. Bu arada, eğer cevizlerini öyle üçe dörde filan bölersek altta birikir o cevizler. Çiğ hamura ağır gelir ve çöker. Yani işte, un gibi değilse de biraz hallice olmalı. Ya elinizle böleceksiniz ya da havanda sert olmayan birkaç darbe sonrası rahat bırakacaksınız bunları.

Kek kalıbını iyice yağlamış olmazsak hiçbir işe yaramaz bu emeklerimiz. Margarinden ufak bir parça kesip, elimize alıp kek kalıbının içinde gezdiriyoruz. Her tarafına, güzelce sıvıyoruz margarini. O yağ elimizden geçene kadar biraz uğraşmamız gerekecek ama olsun. Önemli olan kek, değil mi.

Kalıba boşalttıktan sonra, 180 derece fırına alıyoruz bu kalıbımızı. Eğer fırının hangi katında yapacağınızı düşünüyorsanız ve bu fırın miniyse, alttan ikinci kat iyidir efendim. Sadece alt ızgaranın yanması gerektiğini söylemek gerekmezdi ama söylemiş bulunduk böylelikle.

Fırın önceden ısınmış olmazsa (ki bence olmamalı ama bilimsel dayanağım henüz yok) 45 dakika iyidir. Eğer size çok geldiyse, 40. dakikada bir bakınız isterseniz. Klasik bıçak testi işe yarayacaktır, daldırınız bıçağı, temiz çıkarsa alınız kalıbınızı. Burada asla unutulmaması gereken iki unsur var, birincisi, kek pişerken fırın bu son aşamaya kadar kesinlikle açılmamalıdır. Yoksa kek kabarmaz, öyle mal mal durur kalıbının içinde. İkincisi ise, ilk defa fırın kullanıyorsanız, yaptığınız şeyden çıkan muhteşem kokuyu duyunca hemen "aha da pişti" demeyiniz. Koku yayılmaya başladıysa, yemek pişmeye daha yeni yeni başlamaktadır, heyecanlanmayınız.

Evet, kekimiz pişti, hazır, gayet güzel. Çıkardık kalıptan, aldık tabağına.

Kek daha soğumadan, o başta ayırıp unuttuğumuz sosu ısıtmamız lazım. Mikrodalga candır, koyarsınız bardağı olduğu gibi, birkaç dakika içerisinde sıcağa gayet yakınlaşmıştır sosumuz. Kaynatacak halimiz yok elbet, ısınsın yeter.

Dökelim efendim kekin üstüne.
Hatta, keki bu arada dilimlemiş olalım ki dilimlerin arasına filan da gitsin.
Kekin o an çekemediği ve tabağa dökülen sosları da kaşık marifetiyle alalım tekrar kekin üstüne.

Of çok fena canım çekti yalnız.
Fırın :(

Göksun.

4 Ocak 2012 Çarşamba

Tanrının bir tezahürü olarak "patlıcan"

Öğle yemeğinden yeni gelmiş olabilirim ama bu “tatmin olduğum” anlamına gelmiyor.

Geçenlerde canım ölümcül bir şekilde lahmacun çekmişti, bu öğlen de Oda’da yemek istemedik, kalktık Hacıoğlu’na gittik. Hacıoğlu’nu hem restoran hem de şirket olarak severim. Ama doğruya doğru, lahmacun zevkini böyle fast-food yaklaşımıyla tatmin etmek pek olası değil.

İşte o yüzden, kafayı yine yemekle bozdum. Acaba bu sefer neyin güzellemesini yazsam derken, güzelleme kavramını kifayetsiz bırakan “patlıcan” geldi aklıma.

Canım...
Öyle bir şey ki bu, daha kimseden "abi fasulyeye ölürüm" "kabaksız yaşayamam" "offf patatesi çiğ bile yerim" diye bişey duymadım, ama kimden "her yemeğini yerim hoca ben bunun" gibi bişi duysam patlıcandan bahsediyorlardı. Ben de onlardan biriyim. Nikotin içeriyormuş, sanırım bundan seviyoruz milletçek.

Şimdi efendim, eğer patlıcansever bir kişilikseniz, acilen ama acilen Doğu Akdeniz yöresinden arkadaşlar edinin. Mersin, Adana, hatta Akdeniz'i geçin mümkünse Antep... (Antep çok önemli) Sonra da o arkadaşlarınızdan "dolmalık patlıcan" tabir edilen patlıcanlardan isteyin. Hani buralarda kurusunu bulabiliyoruz ya sadece, minik minik oluyorlar. İşte onların tazesini isteyeceksiniz. Yazın isteyeceksiniz tabi, ama eğer sonbahara doğru isterseniz çok deli ucuza alınabilir. Atıyorum burada 1 lira olacaksa kilosu siz 50 kuruşa filan alabilirsiniz. (Bu arada geçen bizim orda manavdan alayım dedim, kilosu 7 lira mıydı 8 mi... Oh my god...)

O patlıcanı yiyince gözünüz dönecek, başka bir şey düşünemeyeceksiniz. Çünkü efendim, siz de göreceksiniz ki kemer patlıcan öyle lezzet saçan bir şey değil. Bostan patlıcanına da basıyorlar hormonu, ne yediğinizi anlamıyorsunuz. Zaten aldığınızın yarısı çekirdeğiyle gidiyor. Iyy kara kara...

Alın o küçümen patlıcanları, oyun bi güzel. Mis gibi “Adana dolması” yapıverin. Ki tarifini bilahare vereceğim.

İçinden çıkanı da ister tuzlayıp öyle yiyin, isterseniz soğanla kavurup tercihe göre eser halde salça ve/veya karabiber ekleyip patlıcanlı börek yapın. Onu da sonra anlatırım.

Yok illa kemer patlıcan alıp karnıyarık yapayım diyorsanız dikkat edin, patlıcanlar öyle kocaman olmasın. Bölmeye gerek kalmadan tencereye sığsın mümkünse. Bir de fazla kızartmayın, her şeyin bir kıvamı var. Detaylar için bizi izlemeye devam edin.

İmambayıldı soğansız da yapılabilir, başkavurması olur adı. Ki bence zaten soğansız olmalı.

Kızartmasına domatesli sarımsaklı sos yaparsınız, şakşuka olur.

Közlemesini yoğurtla karıştırır üstüne et koyarsınız, yoğurtlama olur, Antakya işi. Biraz daha geliştirip alinazik'e çevirebilirsiniz. Alinazik apayrı bir post konusu olacak elbette.

Alinazik demişken, burada orijinalini bulmanızın imkanı yok, ama olur da yolunuzu düşürürseniz gidin Antep - İmam Çağdaş'ta bir patlıcan kebap yiyin. Antep bir patlıcansever'in kutsal mekanıdır.

Közledikten sonra içine domates biber doğrarsınız, limon tuz zeytinyağı, hatta ben turşu da doğradım fena olmadı, biraz maydonoz isterseniz, oldu mu sana fantastiko bir babagannuş. Gerçi tarifi vermiş oldum ama olsun, mevsimi gelince tekrar yapar fotoğrafını da koyarım.

Allam nası unuttum, güveç tabii ya, toprak güveçte kısık ateşte pişen etli patlıcan, offf, gerçeküstü bir şeydir o ya. 1 numara dolma ise iki kesinlikle budur. Buna da soğan koymuyoruz. Yanında da bakır tencerede pişmiş pirinç pilavı... Allah'ım sana geliyorum...

Karnıyarık gibi bir yemeğe sahipken musakka bana çok anlamlı gelmez, ama yine de siz bilirsiniz. Sürün fırına kıymayla patlıcanı, verin coşkuyu... Yazacak bir şey bulamazsam onu da yazarım belki bir gün.

Şekil şemal insanıysanız, hani böyle kemer patlıcanları ince ince dilip içine köfte koyup sarıyorlar ya, adını bilmiyorum. Ondan yapın. Güzel oluyor, ama ben kemer patlıcanı çok sevmiyorum. Karnıyarık için bile uzununu seçmem patlıcanın.

Bi de, tek bi kere Çiçek Pasajı'nda yedim, adını da bilmiyorum ama şa-ha-ne bir şey yapmışlardı... Böyle bir toprak tuğlada geliyor, tek parça, kabuksuz ama kararmamış bembeyaz, içinde kaşarlı sarımsaklı bir şeyler... Deli bir şeydi.

“Bunların hiçbiriyle uğraşamam, anne yemeği bunlar" diyorsanız size kesinlikle hak veririm.

O zaman şöyle yapalım, tencereye biraz yağ, üstüne alalanmış küp doğranmış patlıcan, üstüne soyulmuş doğranmış domates, üstüne biraz yeşil biber, yemeğin miktarına göre azcık sarımsak, tuz karabiber. Kesssinlikle su eklemeyelim, pişsin o. İsterseniz yağ koyarken salça da karıştırın, renk verir, lezzet katar.

Ayrıca bununla kahvaltı da yapabilirsiniz. Bol zeytinyağını dökün tavaya, tavla zarı doğradığınız (ve önceden tuzlu suda azcık beklettiğiniz) patlıcanları çevirin bir güzel. Zeytinyağının kokusu çıksın filan.
O pişer gibi olunca (ama azcık diri kalsın n’olur, öyle daha güzel oluyor) soyup doğradığınız domatesleri atıverin üstüne. Çevirin yine bir güzel. Çeksin suyunu.

Alın onu ocaktan. Yanına da beyaz peynir... O ara evde Yörsan peynir vardı, yakıştı yanına. Fakat bence Ezine olmaz mesela. Yea beybi…

Ayrıca makarnaya da konur bu. Aynı şekilde yine zeytinyağında ve hafif diri kalacak şekilde iki çevirdiniz miydi, of, daha ne olsun. Bak onu yaparım bugünlerde, yormaz.

Patlıcan turşusu
Bir de görsel ararken şu yandakini buldum, feci yapasım geldi... Turşuymuş ama aynı etkiyi yenilikçi bir karnıyarık türünde de deneyebiliriz. Mesela Emel var arkadaşım, Ayvalıklıdır, "peynirli patlıcan" diye bir yemek yapıyorlar. Karnıyarık sistemiyle yapılıyor ama kıyma yerine lor peyniri var. Bir kere yemiştim sadece, çok güzeldi. Tarifini bulursam yapar ve anlatırım.

Patlıcanın en taze en güzel olduğu haftasonuna not ediyorum, Adana'ya gidip "patlıcan haftasonu" yapacağım kendime. Şöyle söyleyeyim, ailesiyle arası iyi olmayan biri olsaydım bile annemin o dolması için yine de herkesten daha çok sevebilirdim onu. Öyle bir şey bu benim için.

Canım annem.

3 Ocak 2012 Salı

Doğatepe Restoran - bir antrikot sıkıntısı...

İkinci köprünün hemen Avrupa ayağında bulunan; Anadolu'dan gelirken sol tarafta gördüğünüz beyaz tenteli, "ah o hamakta ben de olsaydım..." dediğiniz mekan burası.

Boğaziçi Üniversitesi'ni geçip Hisarüstü'ne devam ediyorsunuz, azıcık ileride İETT son durak ve bir park var. Restoranın otoparkına o durağın içinden geçerek gittiğinizi hatırlıyorum ama siz gidecek olursanız mutlaka arayıp tarif alın. Çünkü yönlendirici bir şey yok ve nereden gideceğinizi bulmak biraz sıkıntı oluyor.

İnternet siteleri aslında www.dogatepe.com.tr fakat site çalışmıyor. Telefonunu ise bulabildim, 0212 257 4391 - ama belki bu da çalışmıyordur bilmiyorum.

Manzara muhteşem, fakat yemekler konusunda biraz acımasız olacağım… Ayrıca Grupanya'yla giderseniz üvey evlat muamelesi de görüyorsunuz. Koskoca restoranın tek manzarasız masasını rezerve etmiş oluyorlar. Üstelik, belki bizim garsonun kendisiyle ilgili bir durumdu bilemem ama, o yüz ifadesini hak edecek ne yaptık?

Yemek meselesine gelirsek - Grupanya menüsünü değerlendirdiğim için ilgili arkadaşların dikkatine:

İyi tarafından başlayalım, porsiyonlar gerçekten büyük.

Önce bir soğuk tabak geliyor. İçinde patlıcan ezme, beyaz peynir, salatalık, domates, acılı ezme, zeytinyağlı sarma ve deniz börülcesi salatası var. Acılı ezme konusu biraz enteresan... Orijinaline sadık olmadığı kesin, bir kere ezmede salça ve kimyon olmayacağı konusunda duyumlarım var. Ama bence iyiydi.

Yaprak sarma ise, konserve değildiyse benim de her dediğim yalan - yazının gerisini okumanıza da gerek yok bu durumda. Ama ben marabayım arkadaş, Yurdum konserveyi restoranının Macro Center'dan beslenen müşterilerine yutturabilirsin ama ben anlarım. Çünkü BİM'den besleniyor bu kardeşin.

Bir dilim paçanga böreği geliyor akabinde. Paçanga kültürüm fazla yok, pastırmalı börek insanı değilim. Ama fena değildi, yeniri var.

Ana yemeğe gelince...

Benim buraya ikinci gidişim. İlkinde de para vermedim neyse ki, ofis yemeğiydi. Patlıcanlı - köfteli bir şey istemiştim, iki tane kocaman köfte gelmişti fakat öyle görünüyorlardı ki, yerken gözümü kapatmak zorunda kaldım. Uzun, kalın ve kahverengi diyeyim siz anlayın. Yiyemedim tabii bir kısmını.

Temsili.
Bu sefer ise, seçim şansımız zaten fazla yoktu, ya somon ya antrikot yiyecektik. Antrikot istedik ve boş bulunup, orta pişmiş demeyi ihmal ettik. Kimse de bize bir şey sormadı. Bir koca tabak et geldi ki, olmuş sana kömür. Bildiğin yanmış. Çok pişmişten de fazla pişmiş.

Birader, insan bi sorar, hadi sormadın bari "normal" pişir, niye kafana göre kenarlarını yakana kadar pişiriyorsun? Etrafında "abi yapma" diyen hiç mi kimse yok? Hadi çok pişireceksin, eti neden dövüyorsun? “Madem duvarı yıkıyorsunuz, niye pirketleri kırıyorsunuz?”

Üstüne tatlı... Tiramisu söyledim, "kahvaltılık labneyle yapmamışlardır herhalde..." filan derken, öyleymiş meğer. Ayrıca menüde "özel Doğatepe yapımı bisküvi ile" filan diyordu ama herhangi bir özellik göremedim ben. Çamur atmış gibi olmayayım ama, bildiğin pandispanya ile yaptıkları hissine kapıldım, bırakın bisküviyi özel yapımı... İlter ise dondurma söyledi, emin olmak için sordu, evet Algida’ymış. Ya kardeşim o kadar parayı dondurmayı gidin bakkaldan alın diye mi veriyor insanlar?

Yani buraya gitmenin bence pek bir anlamı yok. Çünkü gündüz vakti manzara istiyorsanız, restoranın üstüne kurulduğu parkta oturandan para almıyorlar. Nitekim oturmuşluğumuz var, iyi oluyor.

Bir sonraki hedefim, elime doğru düzgün pişmiş bir antrikot alıp, parkta bağdaş kurup ekmek arası yemek. Manzaraysa manzara, suratsızlık yok, kalın hesap yok, mis.

Yalnız anarşist eğilimleri elinde antrikotla göstermek de ayrı bi iyi tabi.

(Not alış tarihim: Mart 2011)

2 Ocak 2012 Pazartesi

Damak zevkime dokunma!

Aslında bu haberi biraz önce koridorda'da yazdım, buraya alarak yaptığım tek şey kendimi tekrar etmek. Ama midemizi ilgilendirdiğinden ve kayıtlara geçmesi bakımından, kendimi tekrar ediyor olma halini kabul ediyorum.

Obeziteyle mücadele çerçevesinde, lokantalardaki menülere kalori yazılacakmış. 

Bakan Recep Akdağ,  hareketi sigarayla mücadeleyle kıyaslamış ve bunun daha zor olduğunu söylemiş.

Obezitenin bir hastalık olarak tanınması ve hastaya tedavi imkanı sağlanmasını elbette savunuyorum. Bunun tartışması olmaz.

Ama iyi de, bu hastalık münhasıran kalori hesabına bağlı değil ki. “Metabolizma” ayrı bir şey. Ve ayrıca, insanın sigaraya başlama ve bağımlı olma hikayesi ile, yemek yeme zevki bambaşka şeyler.

Dünya üzerinde iyi yapılmış bir yemeği yemek kadar zevk aldığım pek az şey vardır. Menülere kalori yazılmasının, sigara paketlerine “sağlığa zararlıdır” yazılmasıyla bir tutulmasını esefle kınıyorum. Sigara bağımlılıktır fakat yemek, bir hayattan zevk alma şeklidir. Zevkime dokunma!

Sayın Bakan evhanımı “günlerinde de” pasta börek değil sebze meyve tüketilmesini istemiş.

Oldu, bayramlarda da brokoli ikram edelim.

*
Bak şimdi, okullarda hamburger tüketiminin azaltılması, salt sağlık açısından bakıldığında, faydalı görünen bir şey. Fakat öte yandan, ne yedireceksin ki çocuklara? Evde kendisine yemek hazırlayıp yanına koyacak bir annesi var mı bu çocuğun, ya da o anne gerçekten de bunu yapabilecek durumda mı? Benim annem değildi mesela; bütün gün delicesine çalışıp bir de gelip evde çalışan bir kadından sabahın köründe kalkıp bana yemek hazırlamasını kim isteyebilir? Ki o yemek de yine ekmek arası köfteden gayri ne olabilir?

Bu çocuğun yemekhaneye verecek parası var mı?

Deli gibi koşup terleyen çocuklarla ergenlikten gözü dönmüş gençleri haşlanmış sebzeyle mi besleyeceksin?

Uzayda mı yaşıyorsun?

*
Hem bir kere, senin ayıla bayıla yediğin o saraysal yemeklerin en hafifi bile en baba hamburgerden daha ağır? Bunu napıcaz? Kendi yaptığın karnıyarığı dışarıdaki sosisli sandviçten daha sağlıklı kılan tek şey, kullandığın eti ve yağı kendin seçmiş olman. Başka bir şey değil yani. Kaldı ki, karnıyarıkta kuzu eti esastır, yani sırf kullandığın kıyma bir Mc Donald's menüsü ediyor be.

Demem o ki, obeziteyle mücadele böyle olmaz abicim. Senin mutfağın ve yeme içme kültürün buna müsait değil. Akşam yemeğini zengin sofralarda uzun uzun oturarak yemeyi seven bir ırkın ahvadısın.

Öyle, gavur ellerindeki gibi "eline al yiye yiye git" tarzı karın doyurmak buralarda o yüzden muteber değil. Fish&chips o yüzden asla ana yemek olamaz. Annemizden sade suya haşlanmış makarnayı ağlayarak istedik biz, "doğru düzgün yemek ye!" diyerek ağzımıza tıkılan imambayıldıyı reddederken.

Yani bu iş restoran menüsüne kalori yazmak işi değil. Sabah ağzına tahin-pekmez itiştirilerek okula gönderiliyorsan, o hesaplar sana gelmez abicim.

Bu hastalığın başka bir sebebi varsa, ki olmaması mümkün değil, önce bunu bi araştır bence.

Yoksa, hayat Kebapçı Halil Usta'ya gitmeden geçmez.


1 Ocak 2012 Pazar

Beyran... Of o nasıl bir şey...

Adanalı olmama rağmen acı yemem, fakat bu çorba... Allah'ım... Kanatlandırıyor...

Önce güzellemesini yazalım, sonra da nasıl bir şeydir, nerede yenir ve oraya nasıl gidilir ondan bahsedelim.

Efendim şöyle k; eğer sarımsaklı-baharatlı tatlardan hoşlanıyorsanız, Allah’ın adını verdim, sırf bu çorba için Antep'e gidilir. Ki Antep'in alinaziğini küşlemesini filan da saymıyorum daha bak, sırf bu çorba için dedim. Öyle bir şey. Net.

Biz İstanbul bebeleri olarak sabah sabah ağzımıza o kadar akar kokar şeyler sokmayız. Fakat gelin görün ki, sabah "anında ayağa kalkmak" denen şey öyle kahvaltılık mısır gevrekleriyle, efendim simit rezidansı sandviçleriyle filan olmuyor canlar. Önüne fokurdayarak gelen, o sarımsak ve pul biberden müteşekkil kaşığı ağzına atacaksın. İlk başta bi "bu ne lannnn!!!" olabilirsin, normal, biz nazik (!) insanlarız. Fakat devam et. Kaynayarak geldiği için çok zor soğur, fakat pes etme. Bekle. Bitirince, sanki Antep'e gelmek için 3.30'da uyanıp 5.45 uçağına binen sen değilmişsin, sanki o beyranı içene kadar gayet uykunu almış ve enerjik bir güne başlamışsın gibi olacak.

gulp...
Çorbanın tipi şu şekil, fakat bilin ki yapılacak şey değil bu. Eğer Adana-Kozan paçasını bileniniz varsa, beyranı ilk içtiğinizde "hmm paçanın pirinçlisi sanki bu..." diyebilirsiniz ama öyle de değil.

Efendim, bakır taslarımız önce katılaşmış kuzu yağı ile sıvanıyor. Sonra, bu tasa haşlanmış pirinç konup onun üzerine de on numara haşlanmış kuzu eti didikleniyor. Yandaki usta bu tabağı alıp, ateş fışkırtan bir ocağın üzerine tutuyor. Ocak dediğim, oksijen kaynağı.

Tas hala ocaktayken, üzerine tam dolu olmayan bir kepçe kadar et suyu dökülüyor. Yalnız o et suyu dediğimizde muhtemelen hayatınızda yediğiniz sarımsağın toplamı kadar sarımsak var. Sonra bir avuç pul biber ekleniyor ve akabinde tekrar, bu sefer daha fazla et suyu. Zaten biber öyle yoğun ve ateş öyle harlı ki, et suyunu dökünce çorba hemen kıpkırmızı oluyor ve fokurdamaya başlıyor. O fokur fokur haldeyken de sizin önünüze geliyor.

Eğer bir yemekte sarımsak varsa limon da olmalıdır kanaatimce, o yüzden ben bolca limon da sıktım. Acıya çok alışık olmadığımdan, limon benim için zaten gerekliydi. Ama on numara bir hareket yapmışım, çok yakıştı.

Bakın tekrar söylüyorum, çok sıcak ve çok acı gelecek. Yılmayın. Gerçekten çok iyi geliyor, dediydi dersiniz.

Antep'e gittiğinizde beyran yapan birçok yer göreceksiniz. Fakat bu çorbanın en meşhur ve en tavsiye edilen adresi Metanet Lokantası'dır. Nitekim, Metanet'e doğru yürürken pek çok beyrancı geçecek ve hepsinin boş olduğunu, fakat Metanet'in bayağı bildiğin "dolu" olduğunu göreceksiniz. Google'da haritasını bulamadım ama adresi var, buyrun: Kozluca Mah. Kozluca Cad. No. 11 Tekke Camii civarı -  Şahinbey

Tavsiyem, Antep'e sabah inerseniz ilk önce buraya uğramanız yönünde. Eğer uçakla gidiyorsanız, Havaş'tan merkezde inin. Havaş zaten "şehir merkezi kalmasın" diye uyarıyor ve neredeyse herkes iniyor. Ama yine de söyleyeyim, eski adliyenin orada ineceksiniz. İndiğiniz yerden biraz ilerleyin, kısa olan yol şu şekilde: İki adım sonra sağa dönen, trafiğe kapalı bir cadde göreceksiniz. Gaziler Caddesi olması lazım. Oradan girin dümdüz devam edin. (Bu arada belirtmeyi unutmuşum, toplamda en fazla 15 dakika yürüyeceksiniz.)

Bonus track: Yürümekte olduğunuz caddenin soldaki sokaklarından birinde Katmerci Zekeriya usta var ama hangi sokak bilmiyorum. Uçaktan inen insanları takip edin, kesin oraya giden vardır. Ya da sorun. Gaziantep'liler yardımseverdir.

Eski Saray Caddesi yolunuzu kesecek ve meydan gibi bir yere çıkacaksınız. Saat henüz erken olduğu için görmemeniz normal, fakat o meydan aslında insanın gözünü döndüren bir baharat salça vs. pazarı. Birkaç saat sonra buraya tekrar gelmenizi tavsiye ederim. Neyse efendim, meydanın karşısına geçin. Şehitler caddesi'ne çıkmanız lazım. Zaten burada herhangi birine Metanet'i sorsanız yeterli olur. Ama "yok sormayalım, biz yolumuzu buluruz" yollu erkeksi bir tutum içindeyseniz ben devam edeyim: Şehitler Caddesi'nde giderken sağ tarafınızda Tahmis Kahvesi olmalı, sol tarafınızda şimdi adını unuttuğum büyük bir taş han olmalı vs vs.

O caddeyi bitirince sağa dönün. Yol zaten hemen iki adım sonra sola dönüyor. İşte kozluca caddesi ve işte solunuzda Metanet Lokantası.

Çorba 9 lira. Su zaten ibrikte geliyor. İki kişi 18 lira verip kalkıyorsunuz.

Bu Antep'e 3. gidişim oldu. İlkinin yıldızı küşleme idi, ikincisinde iş için gitmiştim fazla oyalanamadım ama Bayazhan'ı keşfettim. Bu gidişin yıldızı ise budur. Beyran. Rules. Oyh.


Çakma tavuk çorbası

Gerçi biraz önce "çakma arabaşı" demiştim ama, o zaman da şehriyeli tavuk çorbasına ayıboluyor... O bakımdan, buna "çakma tavuk" demeye karar verdim.

Şimdi şöyle, benim yemek uydurma olayım hep tembellikten çıkar. Canımın istediği şeyi yapmak için markete gitmem gerekiyodur ve ben gitmem. Yemek yapmak için evden çıkıp markete gidip geri geldiğimi hiç hatırlamıyorum - tabii evde yapacak hiçbir şey yoksa o ayrı :) Ama karıştırılabilecek bir şeyler varsa, yo dostum, beni evden kimse çıkaramaz.

Bugünkü maceramız, canımın arabaşı çekmesiyle başladı. Evde kemikli olmasa bile tavuk vardı, salça zaten yoksa eğer ben orada yaşamıyorum demektir... Ama un yoktu. Ki ben zaten çorbada unlu meyane sevmem, sadece arabaşı yaparken kullanmak için de gidip un alamam yani. (Meraklısına not: Evde fırınım yok, o yüzden un benim için gerçekten anlamsız.)

Bari şehriyeli tavuk yapayım dedim. Var onun malzemesi. Fakat ortaya şehriyeli arabaşı gibi bir şey çıktı. Enteresan.

Çekmek için çok uğraştım, ampul ışığında bu kadar oldu. :)
Şöyle yaptım:

Sonbahara girerken biberli domates saklamıştım, kavanozlayıp. Anlatacağım bilahare. İşte o domatesten iki yemek kaşığı kadar attım tencereye. Bu arada, burada kaşık maşık dediğime bakmayın, ben hiçbir şeyi ölçmem. Pilav hariç. (Bunun yerine bir adet domatesi soyup doğrasanız da olur.)

Sanırsam dolu bir tatlı kaşığını bulacak kadar biber salçası ekleyip karıştırdım. Biber salçasını tatlı alıyorum ben, ama kes-sinlikle Tamek filan almayın. Piyasadaki en güzel biber salçasını BİM satıyor, Yurt marka.

Tavuk, 3 parça ızgara tavalık vardı. Hep ondan alırım, göğüs kuru oluyor. Şöyle kabaca birkaç parçaya bölüp içine attım.

Ve işte, un yerine düşündüğümüz muhteşem (!) çözüm. Bir adet orta boylarda patatesi, küçük küçük doğrayıvedim hepsinin üstüne. 

Bu arada bu patates çözümü de tamamen doğaçlama. Geçenlerde de tarhana çorbası yapıyordum bu kez, kıvamlandıracak yoğurt yoktu. Buna karşın, patatesi hep fileyle sattıkları için, hayatta da bitiremeyeceğim kadar çok patatesim vardı. E madem patates koyayım o kıvamlandırsın dedim, güzel de oldu. Oradan yani. 

Üstüne suyunu da koyduk muyduuuu, kapağını asla tam kapatmadaaan, kaynamaya bırakıyoruz... O dediğim tarhana çorbasını ilk yaparken kapağını kapattım salak gibi, sanki bilmiyorum ne olacağını... Çorbanın tüm ocağa yayıldığı kalmamış, tarhana filan da hep dibine tutmuştu. Kötü günlerdi.

Kaynayınca tuzunu ekleyip altını da kısmak suretiyle uzun uzun haşlansın o. Tavuğun didiklenecek hale gelmesi lazım çünkü.

Ben herhande bi 45 dakika filan haşladım. Sonrasında ise... Şimdi siz isterseniz, yani taneli çorba seviyorsanız, patatesi başta gerçekten küçük doğrayıp sonra bunun derdine düşmezsiniz. Fakat ben biraz huysuzum, çorbadaki sebzenin tane tane olmasını sevmiyoum. O yüzden, absürd gelecek biliyorum ama olsun, tavukları tencereden bir tabağa aldım önce, sonra tencereye daldırdım blender'ı. Gerçi blender girince rengi bozuldu, ondan önce daha kırmızı daha güzel bir rengi vardı. Ama napim, patatesin öyle kalması hoşuma gitmiyor. Hem kıvam istiyorsak, o patetes "blend" edilecek. (Blend etmek ne ya.)

Çıkardığım tavukları didikledim bi güzel, geri koydum tencereye. 

Kaynattım tekrar. Kaynayınca da, ne kadar diyeyim, işte bir kahve fincanı kadar filan tel şehriye döküverdim.

Şehriyeler yumuşayıncaya kadar bi daha kaynatıp, ölümcül son darbeye hazırlandım...

Tereyağı, o yağın üzerine biber salçası, pul biber ve kara biber... Sonra, "ya bu sırf şehriyeli olsaydı nane de atacaktım, dur atayım yine de..." diyerek gezdirilen bir çimdik nane ve tavuğun olduğu her yerde mutlaka gereken kimyon...

Doldurduğum kaseye istediğim kadar limon...

Harbi diyorum çok güzel oldu. Yazın içilmez bak, o tavuk o yoğunluk bayar adamı. Yazın ayran çorbası içeceksin. 

Ama bu havaya, birebir. Uuu beybi.

Bir terapi olarak damak zevki :)

Yeteneklerin her türüne feci özenirim; fakat Rabb'im adeta dalga geçer gibi, bana hiçbir şeyi "tam" vermemiştir.

Her şeyden azar azar anlayan biri olarak, bu azarlık beni en çok yemek ve yazmak konularında yıpratıyor. İyi yapılmış bir yemeği yerken kendimden geçtiğim için, bu konuda daha yetenekli olmalıydım. Aynı şekilde; severek okuduğu her yazıdan sonra "başka biri" olan biriysem eğer, yazı konusunda da kendimi geliştirebilmeliydim.

İkisi de olmadı :) Yemeklerim hep günü kurtarır, yazılarım hep olanı anlatır.

Fakat bu iki iş de, benim hayatımı feci güzel kılar. Çünkü ikisini de çok seviyorum ve kendimi böyle terapi ediyorum.

Yemek yaparken sıkıntınız tereyağı ile birlikte erir gider, asık yüzünüz kızgın yağda pembeleşiverir, kaygılarınız 180 derece önceden ısıtılmış fırında nar gibi kızarır vesaire...

Güzel olmuşsa eğer, damağınız şenlenir ve yaprak sarmaktan kaynaklanan bel ağrısına en iyi gelen şey, "elinize sağlık" denmesidir.

Üstelik yemek yapmak, insana "evini" düşündürmesi veya kendini "evinde" hissettirmesi bağlamında da çok faydalı bir terapi türü. Mesela geçen gün börek yaparken resmen kendimden çıkıp Adana'nın 20 yıl öncesine gittim. İçim ısındı lan resmen. Evde börek yaparken tüm ailemi anmış oldum, sonra da 'bir börekle herkesi aradan çıkardım' diye kendime güldüm.

Patatesli-kıymalı börek yapıyor olmak bana anneannemi hatırlattı, o öyle yapardı.
Dayım o böreği çok severdi.
Anneannemi anıp dedemi anmamak mümkün değildi.
Böreği tencerede yapınca, yengemi anmak kaçınılmazdı.
Nitekim, kuzenim de yufkayı tavada çeviriverir iki dakkada gözleme yapardı.
Böreğin içini fazla yapmak tam da annemin yapacağı bir iş öte yandan... Anneme çekmişim.
Hahaha babam olsaydı "Gözümün önüne koymayın şöyle şeyleri ya..." diye söylenirdi yine.

Böyle böyle mutlu oldum, kendimi bir ailenin parçası olmak bağlamında önemli hissettim.

O sebepten, hazır vaktim var ve terapi ihtiyacım da had safhadayken, yediğim içtiğim benim olmasın, ne var ne yok anlatayım istedim.

Gittiğim hemen her yer için zaten bir not almış bulunmuştum, yani sırf cepten yesem bile blog ziyadesiyle dolup taşar :) Bunun dışında, saçma sapan tarifler uydurdukça onları da yazacağım. Mesele biraz önce adını "çakma arabaşı" koyduğum bir çorba yaptım, on numara oldu :) Çakma derken, benim bildiğim hali zaten hamursuz bir şey, şimdi yaptığım onun da çakması oldu :)

Devam etmeden önce, birtakım teşekkürlerim var...

Öncelikle, blogumun istimi bulan Arzu'ya çok teşekkür ediyorum :) Ben aslında "midefesadi" düşünmüştüm ama alınmış; üstelik de hiç kullanılmamış. Bomboş duruyor. Birileri alıp bırakmış öyle, ayıp biraz.

Her ne kadar yemek blogu yazmama ağır muhalefet etmiş olsa da, yazmaya teşvik etme ve blogspot sorularıma cevap verme konularında Özgür'e teşekkür etmeliyim :)

Son olarak, anmazsam çok ayıp ve kıymet bilmezlik olur... Yazacağım neredeyse bütün mekanlara İlter'le gitmiştik. Tamam ayrıldık filan ama, o olmasa bu kadar çok yere gitmiş olamazdım.

Son dedim gerçi ama olsun... Bir de, kendisiyle beraber yaşıyorken yaptığım her şeyi çok beğenip "Sende anneannemin eli var" diyen bacım Efsun'a şükranlarımı sunuyorum :) Gerçi ben bunun hala, yemekleri yapıyor olmamın karşılığı olarak görülen bir şımartma olabileceğini düşünmüyor değilim. Ama yine de, gerçek olabileceğini düşünmek bile güzel :)

Çok öperim, pek leziz yıllar dilerim :)