29 Nisan 2012 Pazar

Bi meze gördüm sanki...

İki hafta önce filan, markette Anda'yla bir şeyler aranırken her gördüğümüze saldırmak istediğimizi görünce, e madem dedik, o zaman biz bir sofra kuralım?

İşte dün o sofranın günüydü. Fikrin doğuş anında, aklımızda balık ya da kırmızı et vardı ama, sonradan düşündük ki ana yemekle kasmanın alemi yok. Rakı içilen yerde meze yenir dedik.

Hesapta, şöyle azar azar ama fazla çeşit yapacağız tamam mı. Haha. Fazla çeşit kısmı tamam, orada sıkıntı yok. Hatta şöyle söyleyeyim, sabah sofrayı toplarken örtüye yağ damlattım ve öyle fark ettim; gece boyunca masaya tek bir damla yağ düşmedi çünkü düşeceği yer yoktu. Fakat azar kısmı olmadı o işin... Dört kişiydik, ama gördük ki on dört kişi de olabilirmişiz. Net.

Tabii bunun sonucu olarak evde mebzul miktarda meze ve meze malzemesi mevcut. Bir süre paso yiyecek hazırlamam gerekecek, yazık çünkü yoksa. Bu arada, dün Oğuz da gelirken rakı almış, o da duruyor. Rakılı-mezeli bir pazar günü isterseniz evdeyim ben akşama kadar.

Neler yaptığımızı ben de ancak fotoğrafa bakarak sayabilirim, çok çünkü. Önce bizim yapmadıklarımızdan başlayayım...

- Anda Boşnak eti getirmiş biraz, o vardı. Yalnız eğer fırınım olsaydı ben o folyolanan pastırma olayına girecektim. Çok fantastik oluyor, folyoya pastırma, ince dilim domates ve ince dilim limon koyup kapatıp fırınlıyorsunuz. Başka malzeme de var mıydı hatırlamıyorum belki vardır. Çıkınca gerçekten çok güzel oluyor, mutlaka deneyin bence.

- Yeşil zeytinli salata yapsak mı diye düşündük ama Fora bizim için yapmış sağolsun, baharatlı-soslu bir şey. Çok da güzeldi, biz de yapsak öyle yapardık zaten.

- Çiğköfte işini de Süre Çiğköfte Seti ile hallettik. Yani halledememiş de olabiliriz bundan emin değilim. Setin içinden bulgurlu ve baharatlı bir harç, salça ve nar ekşisi sosu çıkıyor. 300-400 gr. kıyma için ve 8-10 porsiyon olduğu yazıyor. Biz yarı malzemeyle kullandık. Akşam kıyma ve harcı beylerin önüne koyduk, onlar yoğurdular biz yedik. Güzel yoğurdular ama ben harçtan pek tatmin olamadım. Ne bileyim, bir eksiklik, bir tatsızlık geldi ama adını koyamadım. Bir dahaki sefere tamamen kendimiz yapmayı denemek üzere bir kenara not aldım.

- Turşuyu hazır aldık.
- Peynirimiz Tahsildaroğlu Ezine klasikti ve tabii ki çerezle kavunu da kendimiz yapmadık.

Kendi yaptıklarımız ise, bence bir koordinasyon, yardımlaşma ve damak zevki hikayesiydi. Migros'tan çıkarken elimize kolumuza bakıp "Biraz abartmış olabilir miyiz acaba..." diye düşündük tamam ama, her şeyden zaten ya bir ya iki tane almışız, fazla bir şey de yok ki... Yok? Peki.

Bir fotoğraf çeken lazımmış.
- Anda'nın bir tavuklu salatası var, ondan yaptı. Tavuğun göğsünü iyice bir haşlayıp didik didik ediyorsunuz, üzerine küçük küçük doğranmış yeşil soğan, göbek marul ve salatalık, onun da üzerine sarımsaklı yoğurt ve mayonez ekleyip bir güzel karıştırıyorsunuz. (Başka bir şey koyuyor muydu hatırlamıyorum, sorarım bilahare.) Çook güzel oluyor. Salatalık ve tavuk fikri bana enteresan gelmişti, çok yakışıklı oluyormuş.

- Sonracıma, havuçlu-patatesli-yoğurtlu bir salatamız daha vardı. Rendelenmiş havuçları zeytinyağında güzelce kavuruyoruz, üzerine pul biber de serpmiş olarak. Kavrulduktan sonra açık tabağa yayıyoruz, üzerine haşlanmış ve ezilmiş patates, üzerine de yine sarımsaklı yoğurt.

- Patlıcan konusunda biraz coştuk. Bir kilo bostan patlıcanı alıp, baktık ki 6 tane oluyormuş, ikişerden üç ayrı çeşit için kullandık. Hepsi de közlendi bu patlıcanların. Köz meselesini de hemen açıklayayım, benim bilip-duyup ama henüz uygulamamış olduğum bir tekniği Anda başarıyla uyguladı. Teknik dediğim, patlıcanlı bildiğin ocağın üstüne koyuveriyorsun, o öyle oluveriyor. Yalnız ocak çok pis batıyor bu şekilde, bunu bilelim, sonuca hazırlıklı olalım. Folyo sersek iyiymiş.

Bir kısmını, sadece sarımsaklı yoğurtla karıştırarak yedik. Bu arada, yoğurt dediklerim hep Eker süzme yoğurt. Ben Eker'in bu ürününü görmemiştim, ama görünce ikimiz de başka hiçbir yoğurt düşünmedik. Eker'in yaptığı bir süt ürünü, sınıfının kesinlikle en iyisidir.

Bir kısmını, domates soğanlı salata yaptık. Aynı şekilde kırmızı biber de közleyip, bu salataya ekledik.

Bir kısmını ise, Sözlük'te gördüğüm bir tarif için kullandık. Közlenmiş patlıcanı tereyağında çeviriyoruz, sonra içine rendelenmiş kaşar ekliyoruz. Karışınca çok güzel bir şey oluyor.

- Kalamar ve tarator işine girdik. Kalamarı donmuş halde aldık, çözüldükten sonra una bulayıp kızarttık. Ama ben kalanın bir kısmını bugün una değil de, yumurta ve galeta ununa batırarak kızartmayı deneyeceğim, bence iyi bir fikir. Dün aklımıza gelmedi.

Tarator konusunda ise, ikimiz de tecrübesiziz tamam mı. Şimdi önce ekmek ve cevizi robottan geçirdik, sarımsak limon filan tamam. E ama olmadı bu? Yoğurt konuyor mu ki buna? Koyan var koymayan var, nasıl yapsak? O şeklini beğenmeyip yoğurt da ekledik, daha iyi oldu. Tam "Hay Allah ya, tarator oldu mu ki acaba..." diye hayıflanırken ben, bir de baktık, meğer kalamar kabının içinde zaten hazırlanmak üzere toz halde tarator varmış. Boşuna kasmışız. Ama öğrenmiş olduk.

- Muhammara yaptık, çok da kolaymış. Pul biberi sumak ekşisi ve limonda beklettik az, üzerine biber salçası, çok az domates püresi (annem "salça" demişti ama ben domates salçası kullanmıyorum, o yüzden püre ekledik.) ceviz ve kimyon. Bunu da robotladık, akıl alan türden bir şey oldu.

- Normal salatamız da vardı, yeşilli domatesli.

- Enginar yaptık. O da yine bayağı kolay bir şey, tencereye atıver, üstüne garnitürünü koy, zeytinyağını dök, o kendi kendine on dakikada pişsin.

- Ah, börek... Nasıl unuttum. Sigara böreği sardık, içine de mantarlı bir harç yapıp koyduk. Mantarı, biraz kırmızı (kapya) ve biraz da yeşil biberi küçük küçük doğradık, zeytinyağında çevirdik. Sonra da, içine kaşar da ekleyerek sigara böreğine bu harcı koyduk. On numero.

- Tavuklu yeşilli salata için kullanmadığımız tavukları, küçük küçük doğrayıp galeta unu ve yumurtaya bulayıp kızarttık.

- Zeytinyağlı fasulyemiz de vardı. Anda İzmirli olmasına rağmen zeytinyağlı konusunda muhafazakar değil, gayet inovatif. İçine biber koymayı önerdi, koyduk, güzel de oldu. Yalnız te daha şimdi hatırladım, biz ona şeker koymadık ya... Enginara da koymadık... Neyse olur öyle.

- Meyve olarak kavunumuz, yeşil elmamız ve muzumuz vardı. Yeşil elmayı, önce Koray'ın almış olduğu enteresan soyup-doğrama makinesinden geçirip, üzerine limon sıktık ve Türk kahvesi serptik. Muzu ise, Anda'nın sürpriziyle, ballı ve cevizli yedik.
Masaya sığmayınca...

Bütün bunların vesilesi, bir Yeşil Efe oldu. Ayrıca, bir de Adanalı olmama rağmen, rakıyı ilk defa şalgamla içtim. İnsanların özellikle tercih ettiği kadar varmış. Rakının yanında içtiğin şey, tek başına bir meze olabiliyormuş. Kesinlikle tavsiye ederim.

Her şeyi ayrı ayrı sayınca, 23 çeşit oluyor. Ohannesburger.
Bütün bunların malzemesinin tamamını yeni almamız gerekti, evde (zeytinyağı ve kızartmalık yağ dışında) hiçbir şey kalmamıştı çünkü. Biber patlıcan gibi "sayıyla" alabileceğimiz her şeyi, ihtiyacımız olan kadar aldık. Ama mesela, maydanozu birkaç sap alamıyoruz. Bir de kalamarı donmuş aldığımız için o fazlaydı. Onun dışında, tüm bu sofra (bir büyük rakı dahil) 190 lira tuttu. Anladık ki, 190 liraya bir rakı daha eklense, şöyle bir 7-8 kişi çok rahat ağırlanırmış. Dört kişiye fazla oldu.

Bundan sonra bir de kırmızı etli-şaraplı bir menüde gözüm var, gelişmelerle karşınızda olacağız.

Çok sevgiler,
Göksun. :)

5 Nisan 2012 Perşembe

"Bir de Koço masasında kedi olsam..."

Ya dün şöyle bi'şey oldu, Koray'lar Koço'ya gidiyordu, nezaket gösterip beni de davet etti sağolsun... Ben yok mok derken baktım hala davet ediyor, iyi madem dedim o zaman. Gerçi iyi ki de gitmişim, vaktimiz çok güzel geçti orası öyle de, bilirsiniz o hissi.

Neyse muhabbetimiz bize kalsın, ben yediğimiz içtiğimizi anlatayım...

Koço, İstanbul'a geldiğimden beri duyduğum ama hep "yolundan döndüğüm" bir yerdi. Bir kere annem götürecek oldu, "Ya ne gereği var şimdi..." diye istemedim. Birinde de, Moda'da Sebu Abi'yle karşılaştık, "Koço'ya gidiyoruz gel götüreyim" dedi, "Yok ben arkadaşımla buluşacağım" diye reddettim. Allah'ın hakkı üçmüş, ben dün akşam bunu gördüm.

Burada yazmışlığım var mı hatırlamıyorum, ama ben öyle "süper şık" yerlerden hazzetmiyorum. Yapay geliyor. Ben oraya damak zevki gibi, insanın en "keyfe dönük" arayışlarından biriyle gidiyorum, üstelik rakı-balık yapacağım. Okunuşundan emin bile olmadığım bir "chateaubriand" yiyecek olsam tamam da rakı-balık bu ya. Lütfen samimiyetimizi kaybetmeyelim.

Balığı buralarda yemek lazım.
Koço bu anlamda beklentimi gayet güzel karşılıyor. Bir kere bir Rum mekanı ki bu son derece hoş bir ambians sağlıyor. Ortalık ferah ve nezih. Üstelik karşında uzanan bir deniz var, balık başka nasıl bir yerde bu kadar keyifle yenir ki?

Restoranın altındaki ayazmayı da çok duydum ama gidip bakmadım, bakınca onu da yazarım.

Bu arada, buranın yine benzer bir mekan olan İsmet Baba'dan bazı farkları var. Mesela, İsmet Baba da çok feci güzeldir ama orada kalabalıktan birbirinizi duymakta zorlanabilirsiniz. Bir de daha küçüktür. Koço öyle değil. Hem geniş, hem de daha rahat konuşuluyor. Müzik burada da yok. Şimdi "E rakı balık diyorsun ama müzik yok da diyorsun, bu nasıl iş" demeyin, ben müziğin olmadığını daha biraz önce fark ettim. Sözlük'te Koço'ya bakarken birileri yazmış, "Aaa evet" dedim, "Müzik yok." Bunun şöyle bir getirisi var, rakı muhabbetinin önü açık. Müziğe değil muhabbete dalınıyor, bence kesinlikle daha iyi. Hem böyle olunca kafayı güzelleştirip şarkılara eşlik etmeye çalışan kimse de olmuyor.

Gerçi daha "enseye tokat" ortamlarda müzik aranabilir, ama mesela dünkü masada fasıl masıl olmaması çok daha uygundu. Neticede kafa bulmaya gitmedik, hatta 0,75 dublenin devamını bile getirmedim.

Meze tepsisi aslında bu kadar kalabalık değil.
Gelelim yemeklere...

Mezelerden beyaz peynir, patlıcan ezme, dereotlu kapya biber, kalamar ve güveçte karides aldık. Marullu-domatesli salata zaten masada vardı. Yalnız açıkçası meze tepsisi zayıf gibi geldi, en azından köpoğlu ya da kereviz filan da olsa iyiymiş. Gerçi ben rakıyı zaten peynirle tüketirim; hele karides güveç ve patlıcan da varsa gerisi teferruat. Ama yine de, "Koço" deyince daha zengin bir tepsi bekliyor insan.

Beyaz peynir çok güzel. Peyniri beğenmeyi bilirim ama tadından teşhis etmeyi bilmiyorum. Ben "çok güzel, rakıya pek yakışmış, yalnız belki-sanki hafif ağır gibi mi bilemedim..." diyeyim, siz oradan pay biçin.

Patlıcan ezme dediğimiz şey, basit gibi görünüyor ama "aşçının kabusu" olabilecek bir meze aslında. Mesela Kandilli'de Suna'nın Yeri'nde yediğim patlıcan ezme kadar kötüsünü zor bulurum, beyazlatmak için basmışlar sodayı... Olmamış tabii. Neyse bu güzeldi. Sütlü gibi-kremalı gibi bir tad alıyoruz ama şikayetim yok, kararmamış, sodalanmamış, acılaşmamış, daha ne olsun.

Biberli mezeden almadım, biber sevmiyorum. Koray da dereotlu diye yemedi, ona da soramıyorum o yüzden.

Kalamar güzeldi, yani çok öyle süper bir olayı yoktu ama iyiydi. Zaten birkaç saat önce Uğur'la Asmalımescit-Hardal'da yediğimiz (aslında yiyemediğimiz) korkunç kalamardan sonra Koço'dakini beğenmezsem çarpılırım... Yalnız sosu çok fazla sarımsaklıydı, tamam sarımsak candır ama abartmayalım.

Ah o karides güveç... Ah... İşte Koço'ya, her şeyi bırak, yok bir İstanbul klasiği, yok Rum meyhanesi, balığı güzel, manzarası var... Tüm bunları bir kenara koy, sırf bu karidesin hatrına gidilir. Evet.

"Fırın sütlaç boyu" güveçte geliyor. Mantar, domates, biber, karides ve üstünde erimiş kaşarla. Abi bunu yiyin ya başka hiçbir şey demiyorum.

Balıklarımız, bir tekir tava ve bir hamsi ızgaraydı. Tekir zaten iltifata ihtiyacı olmayan bir balık, bi de tavada, başka bir şey demeye gerek var mı allahaşkına? "Balığın dibi" bir tekir, bir barbun. Gerçi gümüş de bambaşkadır ama o da hiç görünmüyor artık. Ne yapalım, eldeki tekir daldaki gümüşten yeğdir.

İşte o hamsi. Ama bizimki daha güzeldi.
Neyse ben yine absürtleşmeye başladım, tekirler tazeydi ve güzel kızarmıştı. Bir tek kafasını ayırıp gerisini olduğu gibi ağzıma attım. Gerçekten bak.

Hamsi konusu şöyle, bence bu konuda beni ciddiye alabilirsiniz... Çünkü ben normalde hamsinin son derece "abartılmış" bir balık olduğunu düşünürüm. Hadi Kardenizlisindir ve hayatın hamsiyle geçmiştir, kabul. Ama levrek, tekir, çupra, barbun, lüfer, istavrit, sarıkanat... bilen insanlarız, hamsi nedir?

Derken bir hamsi geldi... Allah sizi inandırsın, aç olsam tabağıyla yerdim. Izgara yapmışlar ama buğulama gibi olmuş, adamlar balığı o kadar "kurutmamış." Parmak kadar hamsi, adeta olmuş bir biftek.

Bundan sonra, Koço benim için karides güveç ve hamsi demektir. Hadi karidesi evde de yaparsın ama, o hamsi, başka yerde zor...

Üç kişiydik, bir de küçük Yeşil Efe içtik. Ah unutuyordum, iki de bol kaymaklı ekmek kadayıfı yendi. Ben şerbetli tatlı sevmem, o yüzden zaten tatlı istesem de bitiremeyecektim, ama tadına baktım. Gayet güzeldi. Kaymağı da gayet boldu.

Hesabı görmedim, ama 200 lira verilip üstü beklenmedi.

Sonra iyi akşamlar dileyip ayrıldık, kalbim karides güveçte kaldı...

*
Sonradan eklenen not: Yukarıda İsmet Baba'yı müzikli mekan gibi yazmıştım, meğer yanlış hatırlıyormuşum, orada da müzik yokmuş. Düzeltme için gxl'ye teşekkürler.

Bizimkisi fondü hikayesi...

- Güya parfe yapacaktım, malzemesini sana getireyim bari de yapıverelim... Bende buzluk yok.
- Buzluk? Sıcak bişey değil mi ki o ya?
- Sıcak? Yok sen sufleyi diyorsun, parfe donan bişey.
- Sufle? Yok ya başka bi'şey diyorum ben...
- Başka bi'şey? Bilemedim...

Hikayemiz işte bu kadar kendini bilmez bir şekilde başladı ve başka bir gün, fondü yapımını araştırarak devam etti. Bu süreçte gördük ki, çikolatayı buharda eritecek bir ekipmana, erittiğimiz çikolatayı içine koyup üstelik bir de sıcak tutacağımız başka bir kaba, bir de bu çikolataya banacağımız meyveleri koyacak ayrı bir kaseye ihtiyacımız varmış.

- Kargo şubesine bir bakalım mı, bir şeyler almıştım, gelmiş görünüyor...
- Ne aldın? 
- Bişeyler bişeyler...
...
- Aaa fondü seti! Hem de kırmızı!

*
Salı akşamı aslında eve gidip patlıcanlı börek yapmak niyetindeydim. Fakat bugünlerde eve girmemeye bahane aradığım için, yolda karar değiştirip Sezer'i aradım. O arada Koray da okuldan çıktı zaten.

- Ee, napalım?
- Bilmem, düşünmedim.
- Fondü?
- Uuu beybi!

Derken, kendimizi akşamın 10'unda çikolata peşinde bulduk. Meyve kısmını Migros kapanmadan hallettik şükür ama, Kahve Dünyası'na yetişemedik. Zaten boşuna arıyormuşuz, Baylan'a sorduk, "fondülük çikolata" diye bir şey yokmuş.

Biz de e iyi madem diyerek, gittik Tatbak'tan, bir kutu bildiğimiz yaprak çikolata aldık. Şu bayramlarda götürülenlerden. 350 gram 10 lira.

Sonra süreç şöyle işledi,

Şimdi bu çikolatayı buharda eritmek gerekiyor tamam mı, e "normal" evlerde de çikolatayı buharda eritmeye yarayan bir alet olmuyor tabii ki. Koray düşündü, çikolataları iyice kırıp, demliğe doldurup, çaydanlığın üzerine oturtuverdik. Ne kadar çikolata kullanmamız gerektiğini bilemedik, ama kutunun yarısından fazlasını kullandık. Bitter-sütlü karışık oldu.

İnternette gördüğümüz tariflere göre, insanlar çikolatayı eritirken içine krema koyuyorlarmış. Yok artık diyorum izninizle, çikolataya krema eklemek de nedir, kutup ayısı mıyız afedersiniz? 

Baylan'daki amca, krema değil ama "içine iki damla yağ dökün" demişti, biz onu da yapmadık.

Yalnız süt eklemenin iyi bir fikir olabileceğini düşünerek, şöyle "ıslatacak kadar" da süt döküverdik. Ama az gerçekten, çeyrek çay bardağı ancak vardır. Yani o sütü kahveye koysanız, kahvenin ancak rengini açmış olursunuz.

Çikolatalar erirken, meyvelerimizi hazırladık. Küçük birer kaseye muz, kivi ve çilek doğradık.

Derken çikolatalar iyice eridi. Demlikteki çikolatayı fondü setimizin üstünüze koyduk, altına da bir küçük mum yaktık.

Muhtemelen, dünyadaki en güzel akşamlardan biri oldu.

Ama o güzelliğin, çikolata ile alakası o kadar da yoktu.