9 Aralık 2012 Pazar

İş Kanunu çerçevesinde pizzaya banma hakkı

Sevgili bekarlar, yemek yapmaya vakti olmayanlar, beceriksizliklerine bakmadan hatunu yemekle etkilemenin peşinde olanlar, yemekle uğraşmaktan hoşlanmayanlar ve diğerleri... Bir "tembel işi" yemeğimizle daha karşınızdayız.

Önce, her zamanki gibi, günlük mutfağa girme hikayemizi paylaşalım. Benimki biraz Yeşim Hoca'ya inattan oldu; kendisi eminim beni çok iyi tanıyordur (!) tabii o ayrı. Geçen derste, "doktora öğrencisisiniz, tabii ki başka hayatınız olmayacak ve gerekirse işi de bırakacaksınız, benim bu konuda acımam yoktur" benzeri ifadeler kullandı - özellikle acıma kısmı yüzde yüz gerçek. Bense o arada içimden, "O zaman üniversite bize de kadro versin Allah Allah, çalışmak zorunda değildim de ben kendime bu zorluğu keyfimden mi yaşatıyorum!" diye düşündüm. Ayrıca, ben tek yönlü biri olmaktan ölesiye korkarım. Olmayacak işler olsa ve ben dünyanın en parmakla gösterilen tezini bile yazsam, eğer dünyadan kopmuşsam, bitirdikten sonra o tezi anmak bile bana zûl gelir.

Sabahtan beri ders çalışıyorum, içim dışım kıdem tazminatı oldu. Fakat madem bende "akademi kumaşı" yok,  bari biraz da yemek yapalım. Günün birinde "Kitap yazdım da ben, öhm..." diye gezinmeyi bilirken, mutfak konusunda söyleyecek şeylerimiz de olsun.

Pratik ve lezzetli olsun diyerekten, fırında mantarlı-kaşarlı bir şeyler yaptım, adını da (şu an) "banmalı pizza" koydum. Pizzanın hamuru yok ama içeriği var.

Eğer firınınız varsa, borcamınız da vardır. Yoksa, A101'de şu günlerde 4-5 liraya satılıyor, tükenmeden alın. Aslında güveç olsa tabii ki daha iyi ama elimin altında borcam vardı.

- Bir paket mantarı alıp yıkayalım. Soymaya gerek yok, uzun uzun dilimleyelim. Borcama koyalım.

- Bir kalem sucuk kullanacağız. (Kalem mi deniyor, ne deniyor o tek parçaya?) Markası tercihinize kalmış. Baharatlı seviyorsanız ve "Hem güzel hem ucuz hem de gerçek sucuğu nereden bulalım" derseniz, ben -yine- A101'deki Danet markalı ve üzerinde "evlik" yazan sucuğu kullanıyorum. Tabii ki bir Apikoğlu, bir Cumhuriyet filan değil, fakat Polonez, Maret, Pınar gibi markalardan ve diğer market ürünlerinden bence daha güzel. (Hayır, A101'den para almıyorum, sadece denk geldi.)

Sucuklarımızı halka halka doğrayıp sonra o halkaları yarımay yapalım. Mantarların üzerine dizelim.

- İki orta boy domatesi soyup küçük küçük doğrayıp üzerine yayalım. Yalnız ben domatesleri doğrarken illa ki yediğim için, aslında iki küçük domates kadar da olabilir o, bilemiyorum. Özetle, domatessiz yer kalmasın yani.

- Bir çarliston biber bir de kırmızı kapya biberi ince ince doğrayıp, karıştırıp, domateslerin üstüne yayalım.

- Üzerine kaşar rendeleyelim. Evde dilimli kaşar vardı, 5 dilimini küçük küçük doğrayıp gezdirdim ama az geldi. Miktarı size kalmış.

- Üzerine çok az ayçiçek yağı gezdirdim. Şöööyle, salataya koklatır gibi. Çünkü bence tereyağı daha önemli, ama ondan da çok az kalmıştı. Parmağın bir boğumu filan kadardır en fazla, işte o kadar tereyağını dilimleyip kaşarların üzerine yerleştirdim. Eğer olsaydı iki boğumdan aşağı koymazdım.

- Tuz atmayı unutmakla iyi etmemişim, buralarda bir yerde üzerine tuz da gezdirmek lazım. Karabiber de olur, seviyorsanız.

- 180 derecelik fırında (fırını önceden ısıtmamıştım) 30 dakika. Çıkarınca ister çatalınızla kibar kibar, ister ekmeğinizle bandıra bandıra yiyin. Fazla sulu olmuyor ama banılacak kadar var.

Perfecto!

Afiyet olsun :)

*
Not: Bu içeriği unutmayın. Onu da sonra anlatırım :)

12 Kasım 2012 Pazartesi

Yaşasın tembellik, yaşasın tavuk. (B&T 4)


Yaşasın tembellik, yaşasın tembellere de leziz yemekler yeme imkanı veren tüketim toplumu!

Saat 18:50. Fırını 200 dereceye getirin, o ısınadursun.

Eğer tavuğunuz hem leziz hem de kemiksiz olsun istiyorsanız, bunu kaç yüzüncü söyleyişim bilemiyorum, üzerinde "ızgara tava" yazan paketi alıyorsunuz. Genelde yaklaşık 1 kiloluk kutularda satıyorlar, tek kişiyseniz 3 pişirimlik tavuk demektir bu. Kalan kısmı buzdolabı poşetiyle buzluğa attınız mıydı, bir ay içinde iki kere daha tavuk yemeği cepte.

Bak mesela bu da tembellik. But niye almıyorsun, kemikli çünkü. Allah'ım ölümüm tembellikten olacak. Yalnız bu arada, eğer yemekle kız tavlama niyetindeyseniz bence siz de bundan alın. Hem kızı kemikle uğraştırmayın, hem siz "butu çatal-bıçakla yemeye kasıcam" diye rezil kepaze olmayın, hem de "kolaylık bilen pratik adam" olun. Bu üçüncüsü çok önemli.

Ben acılısını aldım, o kadar da acı değildi.
Konuya dönersek, kullanacağınız tavuğu alın bir tabağa... Knorr'un "fırında tavuk harcı" çeşitlerinden birini alıyorsunuz, ben şimdilik sadece acılı olanını denedim. Paketin tamamı bir kilo tavuk için. Tavuğunuzun ne kadarını kullanacaksanız, bu harcın da o kadarını tabaktaki tavuğunuzun üzerine serpiştiriyorsunuz. Önlü arkalı bulanıyor tavuk.

Bu harç paketinin içinden, fırın torbası da çıkacak. Tavuklarınızı o torbaya koyup ağzını yine içinden çıkan şeyle kapatın. Poşeti fırına koyma şeklinize göre, yukarıda kalacak şekilde birkaç delik açın. Kürdanla mesela. "Yarmayın" yani.

Saat 18:57 - and the tavuk goes to fırın.

19:45 - oouvvv beybi. Ultra kolay, feci lezzetli. Öyle kolay ki, bunu masaya koyup "yemek yaptım" demek, resmen dalga geçmek gibi. Ama, bir de yanında makarnayla, nasıl da leziz <3

*
güncelleme: yukarıda bahsettğim çeşni, fotoğrafta görünmüyor. dün markette ondan kalmamıştı, "mangal lezzeti" yazandan aldım. pek tavsiye edemiyorum... "toprak yiyormuş" hissi verdi çünkü hem tadı hem kokusuyla.

bu sefer, tavuk poşetinin içine mantar ve patates de ekledim. tam kıvamında piştiler, kıvamları harika oldu. ama işte çeşni tam olmayınca... aynı poşeti acılıyla denerseniz, mangallısından daha güzel olacaktır.

afiyet olsun :)

23 Ekim 2012 Salı

Biraz deniz, biraz turşu...

Merhaba arkadaşlar,

Haftalardır bekledim bekledim, turşu işini anlatmayı on dakikaya sığdırmaya kaldım. Fakat yine de, tatilden önce şunu aradan bir çıkarayım da, sezonu tam bitmeden tatilde uğraşırsınız belki.

Şimdi efendim, malzemeler malum, turşuluk sebze, üzüm sirkesi, limon, elma, sarımsak ve kaya tuzu. Kaya tuzu meselesi aslında önemli, bu turşu denen muhteşem şey normal tuzla olmuyor. Fakat Kadıköy için konuşuyorum, Moda'da ve çarşı içinde bu tuzu bulmak mümkün olmadı. Eğer siz de bulamazsanız, normal sofra tuzuna limon tuzu karıştırarak aynı etkiyi yakalayabiliyorsunuz.

Bir de, kavanoz kapaklarınızın yeni olmasında fayda var. Eski olunca kavanoz hava alıyor, turşunun üstü küf oluyor. Ha bir sorun yok, küfü suya tutup yine yiyorsunuz ama gerek de yok.


Sirkeniz Doğanay olsun, limon tuzunuz da Migros markalı olmasın. Migros olanlar incecik, notmal tuzun biraz daha kalını gibi. Bana güven vermedi. Sirke - şalgam gibi şeyler için de, Doğanay dışındakilere güvenemiyorum. Kemal Kükrer'in bir nar ekşisini tatmış bulunmuştum, ay o neydi öyle. Kaynatılmış ve nar aromalı şeker gibiydi.

Ben öncelikle turşunun suyunu hazırladım, sebze kısmına öyle geçtim. Şöyle yapıyoruz,

- 1 ölçek içme suyuna 3 ölçek üzüm sirkesi ekliyoruz. (Turşunun en iyisi sirke ya da limonla olmaz, sirke ve limonla olur. Böyle de uzlaşmacıyımdır.) Sonra bu karışıma, tepeleme dolu olmayan, normal bir tatlı kaşığı ve eritilmiş limon tuzu ekliyoruz. Bi bardağın dibine iki yudum sıcak su koyarak erittim ben; ama eğer kaya tuzu bulmuşsanız limon tuzuna gerek yok.

Olsa da yesek <3
- Sonra bu karışıma tuz ekleyeceğiz ama elimizi korkak alıştırmayalım. Birkaç kaşık ekleyip karıştıralım, yetip yetmediğini ise bu sıvıda yumurta yüzdürerek anlayacağız. Oluşan karışıma bir adet çiğ yumurtayı koyuverelim, tepesi yüzeye çıkıyorsa tamamdır. Bunun sağlayana kadar tuz eklememiz gerekiyor.

Bu arada, karışım size "tuz ruhu soluyormuş" gibi bir his verebilir. Korkmayın, bir şey olmuyor, turşuyu yiyince de ölmüyorsunuz.

Turşuluk sebzelerimizi yıkayıp lokma lokma doğradık. Kavanoza bunlarla beraber halka limon ve yine halka elma dilimi de koyacağız, onları da ayarladık. İçine atıvereceğimiz sarımsaklarımızı soyduk. Evde varsa birkaç adet nohut da atabilirsiniz, kıvamı için iyi olur. Ama şart değil, benim evde yoktu mesela, eksikliğini hissetmedim.

Bu kadar da çok yaptım elinizin artığı.
Efendimle söyleyeyim, kavanozlarımızı bu sebzelerle "turşu gibi" doldururken, aralara birkaç diş sarımsak, kenarlara da 1-2 halka limon ve 1 -2 halka elma koyuyoruz. Yalnız sarımsakları abartmayın, ben biraz abartmışım. Turşularımın "kütürlüğünde" hiçbir sorun yok ama sarımsak sirkenin tadını bastırır olmuş, olmasa daha iyiymiş. 3 diş sarımsak filan yeter bence, tabii tercih meselesi.

Sebzelerimizi iyice bastıktan sonra, turşu suyumuzu ekleyelim. Ağzını sıkıca kapatıp on gün kadar unutalım onları. İlk birkaç günden sonra buzdolabına koymak tavsiye ediliyor, annem öyle dedi.

Benimkiler çok güzel oldu, bi işte sarımsakta elimin ayarı kaçmış. Fakat netice olarak, akşam yemeği diye turşu-ekmek yiyen biri oldum, iftiharla sunarım.

Sevgiler,
Göksun.

16 Eylül 2012 Pazar

Yine tembel, ama bu kez havalı. (B&T 3)

Merhaba arkadaşlar,

Bu satırları mutluluktan mest olmuş bir şekilde yazıyorum... Uzun zamandır evde biftek pişireyim diyordum, o gün bugünmüş.

Öncelikle bilmemiz gerekenler:

- Feci kolay, ama öyle böyle değil yani.
- En iyisi tabii ki döküm tavalar fakat teflonda yapınca da ölmüyorsunuz. Ben öyle yaptım, gayetten de güzel oldu.
- Bifteğimize çatal bıçak değdirmiyoruz. Elimizle ya da maşayla alıyoruz hep. Suyunu kaybetmesin diye.
- ETİ SAKIN DÖVDÜRMEYİN, DÖVERİM!

Bu biftek meselesi, bence kız tavlamak için de çok uygun. Çünkü tamam kolay ve leziz, ama bir o kadar da "asortik." Etkilemek istediğiniz hatuna "ben yaptım" diye, domatesiyle ayrı biberiyle ayrı uğraşıp kabuğunu da içine düşürdüğünüz bir menemen sunmayı mı tercih edersiniz, yoksa daha bile kolay yapılan ve milyon kere daha havalı duran bir bifteği mi? Üstelik yanında daha da uyduruk bir şey olan "tortellini" ve bir de kırmızı şarapla. Dostum, bu kadar kolay ama bu kadar havalı olabilen yemeklerle bile o kızı etkileyemiyorsan, bırak gitsin, dönerse bile senin değildir, yolunu şaşırmıştır.

"Ay teflonda olur mu ki, acaba mutlaka döküm tava almalı mıyım, ay bikbik" filan derken, İlter bana teflonda da olabileceğine dair güvence verdi. Aşağıdaki videoyu da yolladı ki bakıp feyz alayım. Aldım da nitekim.

Gerçi buradaki abi bifteği ızgarada, madalyonu tavada yapıyor ama bende döküm tava olmadığı gibi ızgara da yok.

Migros kasabından ızgaralık et istediğinizde dövüyor muyuz diye soruyor, bunun cevabı kesinlikle hayır. Dövülmemiş bifteklerimizi alıp tabağa yatırıyoruz, yalnız muameleye başlamadan önce teflon tavamızın altını iyice açıp öyle bırakıyoruz ki, etler hazır olana kadar tava iyice ısınsın.

 Etin üzerine öncelikle tuz serpiştiriyoruz. Ben iki parça aldım, birine deniz tuzu birine normal bildiğimiz tuz kullandım. Evet deniz tuzu aldım ben, çünkü göbek adım Clara ve Allah'ın tuzuna 10 lira vermekten çok hoşlanıyorum. Neyse sonuç olarak bu iki biftek arasında tuzdan yana tek fark maliyet farkı oldu.

Sonrasında karabiber serpiştirdim. Size belki "ne alaka" gelecek ama ben severim, biraz kimyon serptim. Sonra, birine yine çok azar azar kekik ve fesleğen ekledim, diğeri öyle kaldı.

Baharatla işim bittikten sonra, bir yemek kaşığını tam doldurmayacak kadar zeytinyağını alıp etin o yüzünü bununla sıvadım.

Sonra eti ters çevirip, aynı işlemleri diğer taraf için de uyguladım. Bu arada, bifteklerden birinde yine azcık sarımsak sosu da var, sarımsak seven qızlar eqlesin.

Etimiz bu şekilde hazır olunca, maşayla alıp, o ana kadar iyice "kızmış" olan tavamızın üzerine yatırıveriyoruz. Cosss ediyor. Yalnız maşa önemli, onu unutmayalım. Benim "Ay bir tarafı tam pişmeden kesinlikle çevirmemeliyim" tribim olmadı, olması gerekip gerekmediğini de bilmiyorum. Zaten 2 dakika sonra filan baktım üstü artık pişmiş, çevirdim, öbür tarafı da neredeyse anında pişiverdi. Dışı gayet "pişkin" görünen, içi ise pespembe bifteklerim oldu.

Yanında ne yiyelim derseniz, bence en çok fırında patates ya da patates püresi yakışacaktır. Püreye üşendim, fırınım ise yok. Madem asortik başladık öyle gidelim diyerekten tortellinide karar kıldım. Dünyanın en basit şeyi, çünkü sadece haşlıyor ve sonra suyunu süzüyorsunuz, o kadar. Hatta süzme işlemi de öyle makarna süzer gibi değil; tencerenin kapağını tortellini'ler geçemeyecek kadar azıcık aralık bırakıp suyunu aşağı akıtıvermekten bahsediyorum. Bu derece kolay ve uyduruk. Ama adı tortellini.

"Kızarmış et ve haşlanmış hamur" deyince bir etkisi olmuyor. Ama "medium-rare steak ve tortellini" deyince uuu... Hatta ve yerine de "and" diyelim ki tam olsun.

Bu arada fotoğraf yükleyemedim çünkü makinem yanımda değil, ama zaten anladınız siz.

Afiyet olsun,
Göksun.

10 Eylül 2012 Pazartesi

Halil Lahmacun ya da kıymalı çıtır.

Kadıköy Çarşı'daki Halil Lahmacun'u gittim gördüm. Daha önce de görmüştüm, o zaman her nasılsa çok beğenmiştim. Çok deli acıkmışsam demek ki...

Hamuruna bir diyeceğim yok, ince, çıtır ve güzel.

Malzeme ise, Urfa filan değil, direkt "İstanbul lahmacun" hissi veriyor. İstanbul'da Adana sanarak yediğiniz kebaplar nasıl ki aslında gerçek Adana'yı bilmeyenlerın damak tadı için bozulup başka bir şeye çevrilmişse, bu Urfa lahmacuna da öyle yapılmış gibi.

Ha dersen ki Urfa'da lahmacun yedin mi; yok yemedim. Ama Adana-Antep-Antakya başta olmak üzere bölge mutfağını bilirim. Şundan eminim, o bölgede etli bir şey yiyorsanız, et tadını dolu dolu alırsınız.  Üstelik, etli ya da etsiz, yediğiniz hiçbir şey sizin ağzınıza bir domates salçası tadı vermez. Zaten biber salçası varken domatesinkinin esamesi okunmaz. Domates salçası, ya acı biberi seyreltmek için, ya da kışın iyi domates bulunamadığından kullanılır. Bu yani.

Lahmacunda soğan-sarımsak olur mu-olmaz mı tartışmasına girmiyorum, konu o değil. Konu, etin az ve "tatlı" oluşu. Tatlı derken acı olmamasından bahsetmiyorum yanlış anlaşılmasın, bariz tatlı. Domates salçasından hep.

Midesine düşkün ve bölgesinin mutfağını bilen bir Adanalı olarak konuşuyorum, etli bir yemekte domates salçasının tadını alıyorsanız o yemek bizim oralardan olamaz. İşte o yüzden, bilin ki bu Halil Usta'nın lahmacunları İstanbullu olmuş.

Halil'deki bu. 
Orijinali ise bu. 


Bekar ve tembel - 2

Merhaba,

Aslında bugün Kadıköy Çarşı'daki Halil Lahmacun'u yazacaktım ama ondan önce şu Bekar ve Tembel meselesini bir seri haline getirme fikrine eğileyim dedim.

Dün akşam, ultra tembelken, mutfaktaki ıvır zıvırı kullanarak şunları yedik:

- Yarım paket makarna vardı, onu bi haşladım önce. Lavaboda süzüledururken, haşlandığı tencereye yağ+çintilmiş domates+yeşil biber. Bu arada evdeki son iki domatesin birinden ve son biberden bahsediyoruz. Ağzını kapat, altı çok açık olmasın. Domates suyunu salınca tuz+istersen karabiber kimyon kekik. Makarna öyle halloldu.

Yeri gelmişken tekrar edeyim, evinizde malzeme varsa, makarna dünyanın yaratıcılığa en açık yemeğidir.

- Patlıcan salatası. Bir kaseye önce yarım soğan doğra incecik, onu tuzla bir ovup az bi durula mis gibi. Üzerine marketten alınmış yarım kavanoz hazır patlıcan salatası. Üzerine bir domatesi çint yine, böylece evdeki domatesler bitmiş oldu. Sonra azcık da kornişon turşusu doğra. İstersen zeytinyağı, ama bence isteme. Akşam akşam yağdan ne kadar kaçsak kar, zaten makarna yiyoruz...

- Birer adet haşlanmış patates. O ne yeaa demeyin, üzerine tuz+karabiber+kimyon, muhteşem oluyor. (Bunu fırın torbası ile de deneyebilirsiniz, önümüzdeki cumartesi için kalın bir biftek eşliğinde fırında patates düşünüyorum mesela.)

Uyduruk evet, ama öyle yeterli ki, iki kişi yarım paket makarnayı bitiremedik. Evdeki tek tek kalanlar da bitmiş oldu. Şimdi bekle beni Migros...

*
Bu arada, bunu aslında serinin üçüncüsü yapıp araya şunu sokmalıydım ama buraya kısmetmiş...

Yukarıdaki patlıcan salatası ve soğan yarımdı ya, sebebi diğer yarılarını bir gün önceki patlıcan salatasına kullanmış olmamdı. Zira o günde de bir tembellik örneği var.

200 gr. kıymaya, yarım paket Knorr köfte harcı ekleyip karıştırdığınızda, gayet güzel 10 adet köfteniz oluyor.  Sonra o köfteleri ekmek + patlıcan salatası eşliğinde yiyip çok da güzel doyuyorsunuz.

Afiyet olsun.

28 Ağustos 2012 Salı

Bekar ve tembel

Eğer evde yalnızsam, yemek konusunda feci uydurukçu olabiliyorum... Zaten televizyon karşısında yiyeceğim şeyler için uğraşasım gelmiyor.

Son icadım:

Bir adet kabağı alıp, alacalı soyuyoruz. Sonra çinter gibi küçük küçük doğruyoruz. "Çintmek ne la" diyenler için, küçücük küçücük işte. En fazla tavla zarı kadar.

Tavaya alıyoruz, su eklemeden, azıcık zeytinyağı koyarak, ister çevire çevire ister ağzını kapatıp kendi haline bırakıp öylece pişiriyoruz. Sebzeyi diri seviyorsanız pişirirken tuz eklemeyin.

Sonra onu alıyoruz bir tabağa, üzerine yoğurt, üzerine sarımsak sosu. Bu arada sarımsak sosu biz yalnız yaşayanlar için muhteşem bir şey, hem de güzel bir aroma sağlıyor. Tavsiye ederim.

Karıştırdıktan sonra, bir yalnızın buzluğunda her zaman bulunması gereken hazır köftelerimizden alıp, kabağın tavasında kalan yağda onları da pişiriyoruz bir güzel. Yoğurdun üstüne de onu koyalım, mis.

Bunu patlıcanla da yapabiliriz, henüz denemedim ama bence çok güzel olur. Patatesi zaten hiç saymıyorum bile, o zaten olur. Uuu durduk yerde 3 yemek birden oldu bak

Öperim.

23 Ağustos 2012 Perşembe

Ah bir evde olsam...

Bugünlerde yine canım sıkılıyor, yine bir hayatı sorgulama sürecine girdim. Ne zaman böyle sıkıntılarım olsa canım mutfağa dalmak ister, ama hayatımdaki mutfaklar insanı "çağıran" cinsten değil maalesef. Sığma sorunum olan yerlerde çalışmaktan hoşlanmıyorum. Mutfak dediğin düzenli, tezgah dediğin geniş olur. Benimkinde, iki kişi yan yana bile duramıyorsun, elini nereye atsan bir şeye çarpıyor.

Bir evim olmasını zaten her zaman çok istemişimdir, ama o evin mutfağı çok önemli. Mutfağında yemek yenebilen - ve tabii ki yapılabilen-  dolapları yeterli, tezgahı geniş, dışarıyı gören bir penceresi olan, çalışırken daralmayacağım bir mutfak istiyorum. Bir de, mutlaka ama mutlaka, bir bulaşık makinesi. Of şimdi kendi mutfağımı düşününce bile içim sıkıldı. Şöyle izah edeyim, beş kilo alsam ben o mutfağa giremem. Siz daha benden yemek bekleyin.

Yine isyan noktasındayım. Canım günlerdir yemek yapmak istiyor, ama bütün gününü motivasyonsuzluk içinde geçirip akşam 7'de evde oluyorsan yemek filan yapasın da kalmıyor. Onun yerine, "bi halt olamadım lan ben, 'işte budur' diyebileceğim bir tencere dolma bile yapabilmiş değilim" diye bunalıma girip domatesli makarna yiyorsun. E gerizekalı, madem bişey yapamamaktan şikayetçisin, bunun çözümü yapmamaya devam edip koltukta pineklemek midir? Eh, saçma ama durum böyle.

"Hm peki acaba yapabilecek olsaydım, akşam da 7'de değil misal 6.30'da evde olabilseydim, hem kolay hem  güzel ne yapardım?" diye düşünüyorum. Yapamıyorsam da düşünmek hoşuma gidiyor. Şöyle şeyler buldum:

- Bin yıldır filan güveç alasım var. Hem normal tencere gibi olanlardan, hem de "fırın sütlaç" boyu olanlardan. Zaten bir güveç aldın mıydı gerisi geliyor. Mesela, tek ya da iki kişi yaşıyorsanız, porsiyonluk patlıcan güveçler yapılabilir.

El alta mısırözü yağımızı döküverelim, tahminen bir çorba kaşığı yetecektir. Biber salçasını ekleyip karıştıralım, üzerine kuzu kuşbaşımızı ekleyelim. Üzerine domates biber patlıcan, 1-2 diş sarımsak, tuz karabiber, hoop fırına. Dünyanın en leziz kolay yemeği budur.

* Bunu isterseniz, kuşbaşı yerine kıyma ve küp yerine yuvarlak patlıcan dilimleri kullanarak hafif bir patlıcan oturtma yapabilirsiniz. Kıymayla patlıcan arasına soğan da eklemek lazım.

* Üşenmezseniz ve hafif olmasını da istemezseniz, kıymayı önceden soğanla kavurup, yuvarlak patlıcan dilimlerini de azcık kızartır gibi yapıp öyle pişirin.

- Güveç olsun olmasın, patlıcan konusunda şöyle şeyler de mümkün,

* Patlıcanı bir bütün halinde, olduğu gibi fırına atın. O şekilde közlensin. (Bunun teorik olarak mümkün ve uygulanmakta olduğunu biliyorum ama pratik yapmadım, çünkü şu yaşa geldim ama hala fırınım yok!)

Onlar közlenedururken, siz isterseniz kuşbaşı, isterseniz kıyma, isterseniz de tavuk kavurun. Her defasında tekrar etmek ne kadar gerekli bilmiyorum ama, kırmızı etler (aksi belirtilmedikçe) hep kuzu, tavuklar da (yine aksi belirtilmedikçe) hep ızgara tava.

Eti kavururken, içine yeşil ya da kapya biber koyabilirsiniz. Etiniz eğer kırmızıysa soğan ve domates güzel olacaktır, tabii beyazla da olabilir ama bence kırmızıya daha çok yakışıyor. Kekik ve karabiber tüm etlerde banko, fakat tavuk pişiriyorsanız kimyon da güzel olacaktır. (Kimyon ve patlıcan ne alaka gibi durabilir ama bence kimyonun her durumda gideri var.)

Patlıcanları fırından aldıktan sonra, isterseniz, biliyorsanız ve becerikliyseniz onu adeta bir "hünkar beğendi patlıcanı" gibi yapmak sizin elinizde. Ben yapmazdım. Olduğu gibi, soyup tuzlayıp, etini üzerine koyup öyle yemeyi hayal ediyorum.

* Eğer işin içine yine bir güveç katmak isterseniz, yine bunu küçük porsiyonlar halinde güveçlere paylaştırıp birazcık da fırında tutabilirsiniz. Yazın fırında güveç işi yaş da (çünkü soğumuyor) kışın iyi fikir.

* Bir de, kendimizi patlıcan kebap yapar gibi düşünelim. Köfte-patlıcan sırasını borcama ya da yüksek kenarı ve dar bir fırın tepsisine dizelim. Üzeri için, yemeğin miktarına uygun olacak kadar suyu bardağa alıp, o suya salça ve yağ karıştırıp, üzerinde gezdirelim. Yine tuz sarımsak karabiber, olaylar gelişsin.

- Güveç konusunda son olarak, karides güveç var. Çok deli sevdiğim bir şey ama yapılışını görmedim. İçimden bir ses, karides, salça, yağ, domates, baharat, biber ve sarımsağın hepsini güvece koy, ver coşkuyu diyor. Denersem anlatırım.

- Annem bir kere borcama ince halkalar halinde patlıcan, kabak ve patates dizdi, üstüne azıcık yağ gezdirip öylece fırına sürdü. Muhteşem bir şey oldu, üzerine sarımsaklı yoğurt ya da şakşuka sosuyla.

- Bir arkadaşım da, yine borcama karnıbahar ve brokoli koyup, üzerine beşamel sos dökerek fırında pişirmişti. Karnıbahardan öyle bir lezzet beklemezdim.

- Börek yapabiliriz, ister tavada ister fırında. Sistem aynı, yani ben tavada yaparken de aynı sistemi uyguluyorum. Bir kat yufka, araya yağlı sütlü karışım, tekrar yufka vs. Asıl fark, ancak içinde mümkün.

Mesela patlıcanlı börek muhteşem bir şey, yemediyseniz kayıptasınız. Sosisli-mantarlı olabilir. Hatta, mantarı küçük küçük doğrayıp kapya biberle karıştırarak pişirince çok güzel bir harç oluyor. Bunu Anda'yla yapmıştık ama içine soğan koyup koymadığımızı hatırlamıyorum. Sonracığıma, patatesli-kıymalı börek de iyidir, üstelik içini çiğden koyabiliyoruz.  Patatesleri tavla zarı boyutunda doğrayalım, soğanlar da iyice küçük olsun, karabiberli kıymayla karıştırıp yufkanın içine.

Bir de, lor peynir-taze soğan bir börek içi için muhteşem bir fikir. Yaptım, biliyorum, inanılmaz oluyor. Hatta  birinde abartıp yeşil zeytin de doğramıştım ve onu da çok sevmiştim ama siz bana bakmayın, yeşil zeytine gereksiz bir tutkuyla bağlı biriyim ben.

- Eğer dolmayı annenizin tarifine birebir uyarak yaptığınız halde yine de o kadar güzel olmuyorsa, sebzelerin içini tam dolduramıyor olabilirsiniz. Aman pirinç şişip de taşmasın diyerek sebzelerin içini gevşek tutmayı abartırsanız, o dolma güzel olmuyor. Benim hatam bu evet, ama bu hatayı yapmamayı denemek için vaktim ya da enerjim olmadı şimdiye kadar. (Tarifi buralarda bir yerlerde var.)

- Tek ya da iki kişiyseniz çok anlamı yok da, kalabalıksanız mutlaka kısır yapın. Hem acayip puan kazanırsınız, hem de kısır çok doyurucudur, çok çeşit yapmanıza gerek kalmaz.

Bir-iki kişi için anlamı yok evet, yeşillik denen şeyi taneyle satmıyorlar çünkü.

- Ama mercimekli köfte başka. Onun miktarı ayarlanabilir, içine maydonoz koymazsın olur biter.

Mercimekli köfte için, az yapacaksak misal bir küçük bardak mercimeği alıp iki bardak suyla ocağa koyduk mu. Kaynadıktan sonra altını kısalım, her şeyde olduğu gibi. O öyle kendi kendine, adeta bir macun haline gelene kadar kaynasın - bu arada ara sıra kontrol edelim, suyu az gelebilir. Ben ölçmüyorum, suyun yetmediği noktada azar azar su ekliyorum. Tabii kaynar su olacak.

Mercimekler artık eriyip macun gibi olunca, altını kapatıp, sıcakken içine mercimekten biraz daha az miktarda ince (köftelik) bulgur koyuyoruz. Eğer daha önce mercimekli köfte yapmamış ya da yapımında bulunmamışsanız, bu size garip gelebilir ama gerçek. Ben uydurmadım, yerel bir unsur da değil, evet mercimekli köftede yoğun miktarda bulgur bulunur.

Bu karışım (gerçi henüz karıştıramadık çünkü aşırı sıcak) ılıyınca sertleşiyor, biz de kendisini bir tepsiye alıp karıştırıyoruz iyice. Tabii o arada soğanı kavurmuş olmamız lazım, bol biber salçasıyla. Kimyon ve tuzunu ekleyip iyice karıştırdık mıydı, mis gibi mercimekli köfte. (Detaylı ve miktarlı tarifi, yaptığım zaman vericiim.)

- Makarnaları çeşitlendirmek mümkün. Mesela ben tavuklusunu, patlıcanlısını, ton balıklı-mısırlısını, domates-biberlisini, mantar-fesleğenlisini... her türlüsünü çok seviyorum. Makarna deyip geçmeyin, iyi bir sosla gayet başarılı bir ana yemek elde edebilirsiniz.

- Üstelik eğer fırında yaparsanız, bayağı da afili bir yemek olur. Ama onun tarifi aklımda değil, bir ara yapar anlatırım. Yanında da mesela dana biftek iyi gider.

Biftekleri sakın ha sakın dövdürmeyin. Katiyen. Dökme demir tavalarda güzel oluyor ama yoksa şart değil, yağsız teflon tavada ve üzerine tuz serperek pişirmek yeterli. Ben tercihe göre başka baharatların da eklenmesinden yanayım, mesela kekik ne kadar yakışır.

- Patates püresi ve yanına mantarlı et de pişirilebilir. Ama mantarı bir sos haline getirmekten bahsetmiyorum, o zaman işin içine krema giriyor, kremadan hoşlanmıyorum. Eti (yine dana olabilir) iri kuşbaşılar halinde, mantarla birlikte pişirelim. Mantar suyunu bırakacağından su eklemeye gerek yok, biraz yağ ekleyebiliriz. Salça ve domates eklemedim şimdi düşünürken. Ama halka biber güzel olacaktır, ah soğan işini de birkaç arpacık soğanı tüm tüm atarak halledersek... Kekik ve belki azcık fesleğen, bir de pul biber. Beybi.

- Bunun çok benzerini tavukla çok sık yapıyorum. Ama soğan hiç olmuyor, bir de mutlaka salça da ekliyorum. Bugünlerde nasıl olsa yaparım bir ara, o zaman tekrar anlatırım.

Şimdi ise, bu bahsi kapatıp, bizim öğlen karavanasında ne varsa onu yemek üzere mutfağa yollanıyorum. Allahtan yemek seçen biri değilim, yoksa hayatım iyice zorlaşacaktı.

Ama şu fırın makarna yanına biftek olayını tuttum. İyi bir kırmızı şarapla deneyeyim bunu ben, sonuçtan haberdar ederim.

Öptüm,
Göksun.

8 Ağustos 2012 Çarşamba

Aldım verdim ben seni yendim.

Buraya çok uzun zamandır uğramıyorum, çünkü mutfakla pek ilgilendiğim söylenemez. Geçtiğimiz aylarda kafayı zayıflamaya taktığım için, yiyip içtiğime çok dikkat eder olmuştum ve bu süreci yazasım gelmişti, ama yine tembellik ettim.

Mutfak "zor" bir iş, yani zor derken, emek ve vakit istiyor. Gündelik yiyeceklerde bir şey yok, sebze dediğin tencereye atınca kendiliğinden pişen bir şey zaten. Ama nitelikli bir şeyler becermek istiyorsak idman yapmamız lazım, ki o da biz çalışanlar için her zaman mümkün olmuyor.

Bir de sıcak... Yanan ocağın başında pilav kavurmak kadar sinir bozucu ne olabilir?

Fakat yine de, şu "rejim" meselesine bir değineyim. Benim kilo almamın (bence) iki asıl sebebi vardı. Birincisi masa başında çalışıyor olmak, ikinci ise geç saatte yemek yemek. Bu arada aklınıza soru gelmesin, ben ilk defa masa başında çalışıyorum - ve bundan hiç mutlu değilim.

"Tatsız diyetin" sonu. Halbuki abla en fazla 40 beden.
Bunun dışında, zaten çok ağır yeme alışkanlıkları olmayan biri olarak, mevcut diyetlerin hiçbirinin bana cazip gelmemesi normal. Çünkü bunların çoğu, gerçekten kilolu ve disipline ihtiyacı olan insanlara yönelik. Fakat ben kahvedeki kremayı bile ağır bulur ve istemem, pms iken bile bir paket çikolatayı açıp bitirmiş biri değilimdir. Krem şantiyi kaşıklayan insanların rejim günlüğünü okuyup nasıl motive olayım?

Yani o kibrit kutusu kadar peynirler, saman gibi yoğurtlar, adeta elimizde yediğimizin gramını ölçen aletlerle gezmemizi gerektiren birtakım listeler bana uymaz. Uymadı da. Zaten sorun ettiğim şey 38 bedene çıkmış olmaktı; hani "bi 3 kilo fazlası olan kız" var ya o bendim işte. Üç bilemedin dört kilo için, üzgünüm, haftasonu kahvaltımdan olamayacaktım. Olmadım da.

Şimdi, eğer siz de "kilo alınca bir şeye benzedin" denen insanlardansanız ama o benzediğiniz şey hoşunuza gitmiyorsa, her şeyden önce kıyafetlerinize sığmıyorsanız, şöyle yapıyoruz...

- Öncelikle bir hareket alışkanlığı edinmemiz lazım.

Kaytarmak yok. E5 yoğunsa sahilden git.
Ben dışarıda olmayı seven biriyimdir ve bunun çok faydasını gördüm. Kilo vermeye çalıştığım dönemde de havalar henüz bu kadar sıcak değildi, neredeyse her iş çıkışında Mecidiyeköy - Beşiktaş ya da Kabataş yolunu yürüdüm. En kısası Fulya üzerinden, 4 km.'yi bulmuyor. Ama o yol hiç eğlenceli değil ve zaten amacımız da yolun kısa olması değil. En neşeli yol, Osmanbey-Nişantaşı-Teşvikiye hattı. Ana yol üzerinden gider ve sokaklara girip çıkmazsanız, 5 km.'yi bulmuyor olması lazım - aklımda öyle kalmış. Şimdi tekrar bi Google Maps araştırmasına üşendim valla kusura bakmayın olur mu.

Bir de, Taksim-Cihangir-Kabataş hattımız var. En uzunu ama benim en çok sevdiğim. Bu güzergahı tam olarak belirleyemiyorum çünkü her defasında farklı sokaklara girip çıkıyordum. O da herhalde 5-6 km. filandır.

Benim Moda'da oturmak gibi bir şansım var, o yüzden haftasonları da rahatlıkla yürüyebildim. Moda Migros'un oradan Caddebostan'daki paten alanı, tam bir saat sürüyor. Mesafenin 6.5 km. gibi bir şeyler olması lazım. Geri dönmek için Cadde'ye doğru giderken, Suadiye ışıklardan yukarı çıkarsanız, toplamda 8 küsür km. yürümüş oluyorsunuz.

Bu "dışarılar" dışında, tabii ki daha disiplinli ortamlar da gerekiyor. Bunun için bir spor salonu üyeliği edindim ama benimki öyle başınızda hocaların olduğu, bilgilerinizin düzenli olarak alındığı, kendinizdeki değişimi bir rapor halinde alabileceğiniz bir yer değildi. Gidiyorsun, hangi alet boşsa takılıyorsun, havuz da var. Öyle yani, anca Mevla'm kayırıyor. Ben açıkçası elalemin terinin yapıştığı yerlere temas etmekten pek hoşlanmadığım için sadece koşu bandını kullandım. (Böyle "temizlik kaygılı" olduğuma bakmayın, bunun daha az önemli olmayan diğer sebebi en çok kalçama sinir oluşumdur.) Koşmaya fazla dayanabilen biri değilim, nefes alış verişim çocukluğumdan beri düzgün değildir çünkü. Hızlı yürümeli, yokuş çıkmalı, yer yer koşmalı derken bir saati tamamlayıp iniyordum banttan. Sonra, üşenmezsem havuz, üşenirsem ev. Ki eve gidiş zaten tek başına bir spor, mesafe dikkate alındığında.

İşyerinde bütün gün oturduğum için, bu spor bana ilaç gibi geliyordu. Hareket berekettir.

- Tüm bu hareketleri kaydediyor olmak, iyi bir motivasyon sağlıyor.

Eğer bir akıllı telefonunuz varsa, mutlaka Noom Cardio Trainer indirin. Adımlarınızı sayar, mesafeyi ölçer, nereden nereye gittiğinizi haritada gösterir, yaktığınız kaloriyi hesaplar ve bu arada, telefonunuzdaki şarkıları size dinletir. Ben "uygulama kültürü gelişmiş" biri değili fakat Noom gerçekten çok iyi.

- Açlıktan ölürsek, ne mutlu ne de motive oluruz. "Lanet olsun böyle işe!" diyerek yapılan hiçbir işin sonu iyi olmaz.

Minimum fast food pls ltf tşk.
Öncelikle fast food'u bırakalım. Çalışan biri olarak eve giderken yol üstündeki bir yerlere uğrayıp yemek benim için büyük bir kolaylık, fakat sonu iyi olmuyor. Öncelikle bu huyumdan vazgeçtim. Akşam dışarı çıkıyorsak bira filan da içmedim. Ne gerek var.

Şöyle de bir şansım sözkonusu, haşlanmış sebze, yağsız yemek gibi şeylerle aram zaten iyidir. O yüzden, evde kendime yapıp yediğim şeyler benim için hiç sorun olmadı.

Mesela nasıl beslendim,

* Sabahları zaten sadece simit yiyordum, ona devam ettim. Haftasonu kahvaltılarımda da yine özel bir diyet uygulamadım, kahvaltım aynen devam etti.

* Öğlen yemeklerimizi işyerinde yiyoruz, normal sulu yemek çıkıyor. Yanında makarnası ya da pilavıyla filan, bildiğimiz tabldot gibi. Ne varsa yedim ama porsiyon küçülttüm. Makarna ve pilavı çok severim, onları kesemezdim. Ama daha az yedim. Salatadan feragat ettiğim olurdu, etmez oldum. Zaten ekşili - tuzlu şeyleri çok severim, salataya bol ekşiyi basıp tuzu da gömünce, dünyanın en güzel yiyeceklerinden biri oluyor benim için.

"Noooooooo!" (Adeta bir Anakin Skywalker.)
* Akşam meselesi önemli.

Şimdi şöyle, bu herkeste böyle olur mu bilmiyorum, ama spordan sonra bende zaten fazla iştah kalmıyor. Mesela salondan çıkıp eve giderken, yolda 5-6 tane midye dolma yiyip "tamam" diyordum. Ya da Beşiktaş'tan bindiğim vapurda yediğim tost işimi bitiriyordu. Spordan önce alıp çantama attığım ve içinde ızgara sebzeler olan yarım sandviçin yettiği de oldu. Gibi.

Bunun dışında, eğer evde yiyeceksem de yağsız şeyler yapmaya çalıştım. Ama tuzsuz yiyemem, o yüzden tuzdan kısmadım. Mantık şu, yemekleri her zamanki gibi yapıyoruz ama sadece yağı olmuyor.

> Bu dediğimiz patlıcanda çok güzel oluyor. Patlıcanları güveç yapacak gibi hazırlayıp, tencereye atıp, üzerine bol domates ve yeşil biber koyup pişirdiğiniz zaman bence bu gayet güzel bir yiyecek. Su ve yağ eklemiyoruz.

> Yeşil fasulyede ise, tencerenin dibine azcık zeytinyağı dökebiliriz. Ama gerçekten az, zeytinyağının adı olsun yeter. Üzerine soğanımızı doğrayıp koyalım ama kavurmayalım. Kavuracak olursak daha fazla yağa ihtiyacımız var. Çiğden koyduğumuz soğanın üzerine fasulye, üzerine domates, aldığınız fasulye gerektiriyorsa azıcık su, hadi bakalım pişmeye. Şeker atmayı unuttuğum için atmamıştım ben, ama hatırlasam atardım.

> Ah, tavuk o kadar güzel bir şey oldu ki, rejim yapmadığım zamanlarda bile tavuğu o şekilde yemek isteyebilirim...

Öncelikle, tavuğun göğsü insanı beyaz etten soğutur. Ben herhalde bin yıldır filan eve göğüs eti sokmuyorum. Çünkü kuru ve tatsız. Ben ise, o kuruluğa ihtiyaç duyacak kadar kilolu değilim şükür. O yüzden "ızgara tava" olarak satılan kısmı alalım, çok çok daha leziz. Zaten yağsız yapacağız, tavuğun kendi yağından bir şey olmaz.

Izgara tava zaten parça et, istenirse daha küçük doğranabilir. Ben doğramadım. Bir yemek tabağına 2 yemek kaşığı su koydum, bu suya bir yemek kaşığı kadar biber salçası karıştırdım. Bu karışıma bir yemek kaşığı sarımsak sosu, biraz tuz, kimyon, fesleğen ve kekik ekleyerek tekrar karıştırdım. Sonra, tavuk parçalarını yıkayıp bu karışımın içine koydum ve iyice buladım. (Bu arada, tavuk miktarı 200 gr. kadar. Yani üç aşağı beş yukarı 400 gr.'lık bir paket almış ve yarısını yapmıştım.)

Tavukları olduğu gibi tencereye alıp, daha fazla su ve hiç yağ eklemeden, olduğu gibi pişmeye bıraktım. Gerçekten çok leziz oldu.

> İşin beni en çok düşündüren kısmı, makarna ve pilava olan bağımlılığımdı. Ekmek aramam, kahvaltı dışında hiç aramamışımdır. Fakat yemeğin yanında makarna ya da pilav olmayınca benim bir yanım hep eksik kalıyor.  Ben de gidip "kepekli makarna" aldım ve yine yağsız, sadece haşlanmış bir şekilde yedim.

> Haşlanmış sebzeyi zaten severim, o yüzden kabak rendeleyip, o kabağı kendi suyunda şöyle bir çevirip makarnaya karıştırdığım oldu. Güzel de oldu.

> Patates salatası yaptım birkaç kere. Haşlıyoruz, içine domates, soğan, sumak ve kimyon karıştırıyoruz. Hatta bir de yoğurt olursa tadından yenmiyor. Yoğurt koymadığımız zaman beyaz peynir ekleyebiliriz.

> Patlıcan salatasını da listeme aldım. Aslında patlıcanı evde közleyip salatalaştırmak tabii ki en doğrusu, ama ben tembel olduğum için hazırını alıyordum. Domates, soğan, sarımsak, limon, yeşillik, hatta yeşil zeytin derken on numara salata oluyor.

> Öğlen yemeklerinde çıktığı kadar, akşam yemeklerinde ise her defasında yoğurt yedim. Yoğurt konusunda fazla taviz verecek değilim, zaten ara öğünlerimi filan da kesmişim, yoğurdum da mı tatsız olsun? Tikveşli - Altın Kaymak candır. Onun 100 gr.'lık ambalajları çıktı bu sene, akşamları evde yiyeceksem (yani vapur tostu ya da yarım sandviç değil "yemek" günüyse) onlardan bir tane alıp bitiriyordum.

> Bunlar dışında, ben öğün aralarında her zaman acıkmışımdır. Ya da, akşam normal bir saatte yemek yiyip gecenin bir vaktine kadar uyanık kalınca illa ki bir noktada acıkılıyor. Öyle zamanlar için, işyerinde birtakım Form'lar, evde ise Special K bulundurdum. Ama tabii abartmamak lazım, aç kalmayalım dediysek tokluktan ölmenin alemi de yok. Maksat nefsimiz körelsin.

Annem 9GAG kullanıyor olabilir mi?
Netice olarak, mayıs ayının ortalarına doğru dar gelmesine rağmen yine de aldığım 36 beden şort, temmuz başında gaaayet rahat oluyordu. Evde tartı olmadığı için kaç kilo verdiğimi net olarak bilmiyorum, ama artık kıyafetlerim dar gelmiyor.

Ben o kadar uğraştım, kendimi durdurdum, 3-5 gün yaptıktan sonra eski hayatıma aynen geri döneceğim zorlama bir diyet uygulamak yerine yeni bir beslenme alışkanlığı edindim... Bombayı annem patlattı.

"Kilo vermişsin tamam ama sakın daha fazla verme. Yüzün küçülüyor, sincapla fare arası bir şeye benziyorsun."

Bari ne olduğumu tam belirleyeymiş iyiymiş...

Çok sevgiler,
Göksun.









22 Mayıs 2012 Salı

Çubuk makarna değil spagetti; parmesan değil eski kaşar.

Feysbuk'ta bunun geyiğini çok yaptım, görmüş olanlara bininci posta olacak... Ama yapacak bir şey yok, bu işin hikayesi bu.

Bir süredir canım çok feci makarna istiyor tamam mı. Pazar günü de, Engin ve Özlem'le Moda'da kitap filan okuduk, "Ahah çok enteliz olm" geyiği yaparken "Hah" dedim, "Madem öyle, ben bu makarnayı asortik yapayım..." Biliyorsunuz, entel olmak için makarnayı İtalyanca adıyla çağırmak şart. Ve öyle üstüne domates doğrayıp yiyemiyorsunuz, illa bir Napoliten'lik gerekiyor.

Knorr'un hazır soslarından mı alsam derken, kendim yapayım dedim. Özlem aklıma fesleğen ve sarımsak tozunu soktu. Ben o arada parmesan düşünedurdum. Derken tavuk da mı atsam içine dedim. Başladım aklımda makarna evirip çevirmeye... Krema da ekleyeyim, yoksa mantarlı mı yapsam, bir şeyler...

Yalnız bu entel makarnası yapma işi zormuş hanımlar beyler. Akşamın 9 küsüründe, Moda'nın dibinden te Çarşı içindeki Migros'a kadar parmesan aradım. Çarşı'da buldum ama bulmaz olaydım, en az 100 gr'lık satılıyor, o da 25 lira! Şakaysa hiç komik değil, gerçekse feci trajik. Ben de ne yapayım, gittim Migros eski kaşar aldım. Entelliğim anca buna yetiyormuş. (Ben normalde eski kaşar sevmezdim ama Migros'unki çok güzel. Yalnız Trakya olanını henüz denemedim bilmiyorum.)

Derken, baktım saat neredeyse 10. O saatten sınra kim uğraşacak da makarna yiyecek, öeh dedim, biz enteller bu saatleri hafif şeylerle geçiştiririz... O parmesanı da organik değil diye almadım zaten.

Ertesi gün, işten gelir gelmez kendimi mutfağa attım ve makarnayı ayrı, tavuğu ayrı pişirdim.

Eski köye yeni adet...
Makarna kısmı şöyle:
- 1 paket Pastavilla spagetti (Aslında özeneceğim şeyleri yaparken Barilla kullanıyorum ama markette hep kalını kalmıştı.)
- 4 tatlı kaşığı sarımsak sosu (İlk defa kullandığım için azar azar ekledim, ölçü o yüzden tatlı kaşığı)
- 1 su bardağı Migros eski kaşar
- 1 paket mantar
- 1 kutu hazır krema (Sırf en ucuzu olduğu için Ülker aldım, diğer markaları bilmediğim için lezzet kıyaslaması yapamayacağım.)

Kaynayan makarna suyuna tuz eklerken elimizi korkak alıştırmayalım. İki tatlı kaşığı filan attım ben, yoksa spagetti mutlaka yapışıyor. Azıcık da yağ ekledim.

Makarna haşlanırken, yan ocağa mantarları koydum. Mantar çok sulanan bir şey, o yüzden ekstra su eklemek yanlış olur. Doğrayıp, üstüne çok azcık zeytinyağı döküp ocakta bıraktım.

O arada makarna suyunu çekti, süzdüm, üstüne çok su gezdirmeyip bolca havalandırdım. Aslında hiç gezdirmemek gerekiyor diyorlar ama ben ona cesaret edemiyorum.

Mantar suyunu çekince ise, krema kullanmayı bilmediğim için, "şimdi hemen eklersem belki kesilir mi ki..." diye düşünerek ocaktan alıp biraz soğumasını bekledim. O arada, 4 tatlı kaşığı sarımsak sosunu karıştırdım.

Beş dakika sonra filan, yavaş yavaş ekledim kremayı. "Acaba bir kutu çok mu olur" diye düşündüm ama çok olmuyormuş, hatta eğer siz belirgin kremadan hoşlanıyorsanız az bile kalıyor. Ben kremanın fazlasını sevmem.

Sonra da, robottan geçirip un gibi bir hale getirmiş olduğum eski kaşarı koydum üstüne, karıştırdım. Makarna kısmını böylece başarıyla halletmiş olduk. Aslında niyetim fesleğen de eklemekti ama aramızda sevmeyenler var, o yüzden "yerken üstüne dökerim" diye düşündüm. Öyle de gayet güzel oldu.

Tavuk ise, daha da kolay.

Ben tavuğun göğsünü kullanmıyorum, hatta o göğsün adını verdiği tatlı dışında bir kullanım alanı olması gerektiğini bile düşünmüyorum. Anca kandırıkçı restoranlar kullansın onu. Kupkuru tavuk göğsünü getirip bir de ona pahalı yemekmiş muamelesi yapıyorlar. İçine bir şeyler sarmalar filan... Göğüs lan o, kuru et, şekilli olsun diye içine sardığın ıspanak bunu değiştirmiyor.

Neyse sakin olalım... Ben hep ızgara tava alırım. Onu yıkarım, teflon tencereye su eklemeksizin koyarım. Orta ateşte, suyunu çekmesini beklerim.

O arada, bir kasenin içine sıvıyağ koyarım. İçine biber salçası karıştırırım. (Dün bir dolu tatlı kaşığı kullandım.) Tuz, karabiber, pul biber, kimyon ve kekik eklerim. O öyle, fantastik bir sos haline gelir.

Tavuk suyunu çekince de, bu sosu üzerine dökerim. Baharatlı yağda biraz daha pişer tavuk. Bir süre sonra tavukları ters çeviririm ki, öbür tarafları da bu sostan nasibini alsın.

İşte böyle. Bence gayet güzel oldu. Fotoğraf sizi yanıltmasın. Bu arada, Google Görseller'de "kremalı mantarlı makarna" diye aratınca çıkan sonuçlara bir baktım da, aslında bayağı güzelmiş benim fotoğraf...

Parmesanımız yoksa da, mangal gibi yüreğimiz var.

21 Mayıs 2012 Pazartesi

Yufka, bir Anadolu mucizesi.

Buralarda yaşamayı sevmek için bir milyon sebep sayabilirim. Bunlardan biri de mutfak kültürü.

Bu kültür o kadar geniş ki, bizim aklımıza bile gelmeyecek kadar "sıradan" gördüğümüz çok fazla şey var. "Anadolu mutfağı" diyince akla karnıyarığın veya Cağ kebabının gelmesi normal, ama mesela yufka demeyebiliriz. Kendisi o kadar gizli bir kahramandır.

Hayır bir de bununla yapılan şeylerin bir kısmı gerçekten çok basit. Altı üstü incecik bir hamur, ama sırf kendi lezzeti pek çok şeye yetiyor. İçindeki malzeme tamamen teferruat. Tek başına kızart, hatta istersen çiğ ye. Ya da istersen kalın aç, sacın yoksa teflon tavada iki çevir, üstünde katı yağ gezdir, senden iyisi yok.

Canım yufka. Kahvaltıyı güzelleştiren, açlığı savuşturan, bütün bunları son derece pratik ve leziz şekilde yapmamızı sağlayan, ama hiçbir zaman bir "kuzu tandır" muamelesi görmeyen yufka. Kara bahtlım, kem talihlim.

İnsan evladı ne kadar kıymet bilmez ya, herkesin yapamadığı ve "güzelini" belki hayatımız boyunca bulamayacağımız bir kaburga dolmasını yere göğe koyamazken, her an hepimizin çok da güzel yapabileceği sigara böreğini yemekten saymıyoruz. Evet az bulunurluk, yapma zorluğu, gereken ustalık... Bunlar önemli. Ama "ulaşılamaz" şeyleri bu kadar överken, elimizin altındakine de haksızlık etmeyelim.

Yufkasız hayat hatadır gençler. Çok rica ediyorum, mutfağımızın zenginliğinden bahsederken öyle daha bir kere yemediğimiz şeylerden başlamadan önce, gözleme diyelim, menemeni analım, olmadı mercimekli bulgur pilavını sayalım.

Bu haftasonunun iki sabahında da, kendimi yufka işine verdim. Günün açılışını cumartesi sabahı peynirli gözleme, pazar sabahı ise sigara böreği ile yaptım.

Hazır yufkadan gözleme dediğiniz şey, dünyanın en kolay şeyi. Bu kadar kolay olup bu kadar damak tadı veren başka kaç şey olabilir, bilemiyorum.Yalnız nasıl katlanacağını bilmiyordum, internette de görselini bulamadım. Ben de yufkacı amcaya sordum... Bu arada, eğer yakınlarınızda bir yufkacı varsa, lütfen üşenmeyip yufkayı oradan alın. Market yufkasıyla olan farkını çokkkk açık göreceksiniz.

İşte o yufka... Bundan uzak duruyoruz.
Geçenlerde Anda'yla Migros'ta gezerken, vakumlu pakette satılan yufkadan almıştık. Yemin ediyorum bak, ince ince kesip erişte diye kullansan kullanırdın. Yufkacı yufkası gerçekten "başka" bir şey arkadaşlar, üşenmeyin, arayın bulun. Kadıköy'de iki tane biliyorum, biri Alkım'ın yanından Moda Caddesi'ne doğru çıkarken sağda Cemal Süreya Sokak'ta, sol kolda. Öbürü ise, Rıhtım tarafındaysanız, Murat Muhallebicisi'nin sokağına girin, sokağın sonunda sağda. Halitağa tarafından ise; Halitağa'yı bitirip Karakolhane Caddesi'ne girin, biraz ileride solda Recaizade Sokak'ı göreceksiniz. O sokağın girişinde solda.

Yufkacı Amca'nın gösterdiği katlama şeklini internette bulamayınca, ben de Paint'te çizdim. Şimdi siz aşağıdaki çizimi görünce dalga geçeceksiniz ama, isterseniz arayın, başka bir görsel bulamayacaksınız. Gözleme katlama şeklini internete kazandırmış olmanın haklı gururu içindeyim şu an. ("E akıllı kardeşim, neden fotoğrafını çekip de koymadın?" derseniz el cevap: Ya yemeklerin fotoğrafını istediğim gibi güzel çekemiyorum. O yüzden, yazılarımdaki fotoğraflar hep internetten bulunma. Altındaki yazılara tıklayınca kaynağına gidiyor.)

Nasıl? :)
Şimdi efendim, öncelikle yufkamızı yaydık tamam mı. Tüm yüzeyine, sıvıyağ-süt karışımı sürelim. Ama fazla olmasın, gerek yok. Şöyle her tarafına bi değsin yeter.

Sonra, yanda gördüğünüz bölgeye ezilmiş peynirimizi koyalım... Ben bu tür şeylerde "uyduruk peyniri" daha çok seviyorum, "esaslı" peynirler ağır geliyor. O yüzden, Ülker İçim kullandım, gayetten de güzel oldu. Bu arada Ülker İçim için "ileri geri" konuşmuş gibi de olmayayım ama, bir Tahsildaroğlu Ezine de değil kendisi. Bence bunu o da kabul eder.

Sonra, kenarlarını peynirli bölgenin üstüne kapatıyoruz bir güzel. Teflon tavamızı çok çok çok az yağlıyoruz. Yağ sadece "değmiş" oluyor. Hatta ben tavaya koyduğum yağı kağıt havlu ile yayıp, her yere değmesini sağladıktan sonra fazlasını da döktüm.

Evet aynen böyle, yumuşacık.
Gözlememizi atalım tavaya. Pişerken kabaracaktır, yufka yapar öyle. Tek yüzünü çevire çevire pişirdim. Baktım alt tarafı olmuş, öbür yüzünü çevirdim. Üste gelen tarafa, bıçağın ucuna taktığım Sana'dan sürdüm. Alttaki taraf pişince de yine, o tarafına da Sana sürdüm.

Orgazmik oldu.

Ertesi sabahki sigara böreği ise, aslında yine feci kolay olmakla birlikte, evde kızartma yapma fikrinden beni iyice uzaklaştırdı.

Yufkayı ikiye katlayalım önce, o haldeyken ikiye bölelim. İki parça yufka oldu ya, sonra onları üst üste koyup yine ikiye bölelim. Sonra onları da üst üste koyalım, onları da ikiye bölelim. Böylece, toplam 16 parça yufkamız olsun. Gördüğünüz gibi ben bu Paint işine sardırdım bugün biraz, netice olarak ne elde edeceğimiz şekilden anlaşılıyor diye umuyorum.

Sekize bölünce de olur ama on altı iyidir bence.
Dilimlerimizin içindeki çizgiler, peynir demek oluyor. Aslında ufalanmış peyniri yumurtayla karıştırıp da kullanmak muhteşem bir fikir ve lezzet, fakat evde yumurta yoktu. Ama peynir, neyse ki her şekilde güzel olan bir şey.

Dilimlerimizi yaprak sarar gibi, kenarlarını içe almak suretiyle sarıyoruz. Uçlarını, yanımızda hazır bulunan bir kase suya değdiriverip öyle sarıyoruz ki yapışsınlar. Sonra da böreklerimizi, kızgın ayçiçek yağına atıyoruz. Etrafa yağ sıçrıyor filan. Yalnız, bir süre sonra peynirin kenardan çıkıp da yağ patlarması sorunsalını aşamadım. Allahtan o aşamaya gelene kadar börekler yeterince kızarmış oluyor da hemen tavadan alabiliyorum, çünkü bir börek peynirini taşırmaya başladı mıydı artık o tavaya yaklaşılmıyor.

(Not: Buna ilişkin görsel ararken bir şey gördüm; yufkayı 16'ya değil de 8'e bölüp, ama aynı miktarda peynir koyup, kenarlarını daha çok kıvırmak mümkün. O zaman böreğimiz daha az malzemeli olur ama peynir de taşmaz öte yandan. Bilemiyorum, pişirme kolaylığı adına az malzemeyi göze alıp almayacağımdan emin olamadım.)

Fritöz alacağım bu yüzden. Alana kadar, evde kızartma faslını sona erdirmiş bulunuyorum. Elim kolum ziyan olacaktı az kaldı.

Çıtır çıtır, nefis nefis.
Ama çıkan sonuç, tüm bunlara değdi. Gerçekten de, çok içime sinen bir börek oldu. Bu tabii ki en çok, yufkanın güzelliğiyle alakalı. O vakumlu poşettekileri, öldürsen almam bir daha.

İşte böyle. Elimizin altında "yufka" gibi muhteşem bir malzeme varken, Anadolu mutfağı diyince asortik restoranlarda görüp adını bile bilmediği şeyleri sayanı dövesim geliyor.

Afiyet olsun,
Göksun.

15 Mayıs 2012 Salı

Kutsal Üçleme: Kuru-Pilav-Turşu.

Koskocaman bir kışı, evde bir kere bile kuru fasulye yapmadan bitirmenin utancı içindeydim...

Bu kış zaten çok nadiren yemek yaptım, onlar da "hemen o an" yapılabilecek şeyler oldu. Halbuki, malum, fasulyeyi önceden ıslamak filan lazım... Fakat pazar günü yaptığım fasulye, bence şimdiye kadarki denemelerimin en iyisiydi. Buyrun:

Normalde market markalarını tercih ediyorum ama kuru fasulye almak sıkıntılı bir iş, çünkü "kart" çıkarsa bütün gün ocakta kalabiliyor. O yüzden, bu konuda riske girmeden, gittim Sezon marka aldım.

Biber salçasını, mümkünse tadına bakarak almayı tercih ederim. Markette hazır satılan salçalar arasında ise, orijinaline (yani Adana'daki el yapımı salçaya) en yakını BİM'de satılan Yurt marka salça. Evde onu kullanıyorum. Ama bitmişti ve BİM de kapanmıştı, zorunlu olarak Öncü marka aldım. Yurt bulamazsanız Öncü de iyi, ama sakın ha sakın, bak Allah'ın adını veriyorum, öyle Tat mat almayın Yalan onlar. Küfür gibi bir yalan.

Et olarak, daha önce de söylemişimdir, bir yemeğe et girecekse kuzu eti girmelidir. 100 gr. istedim ama bunu isterken Migros kasabının 150'ye yakın bir şey vereceğini biliyordum, nitekim 130 gr. verdi. İyi de oldu.

Eve gelince, tombul bir su bardağını dolduracak kadar fasulyeyi suya ısladım. Yalnız, bu miktar iki kişi için bile haddinden fazla oluyormuş, bilginiz olsun. Birkaç gün fasulye yemeyi göze alıyorsanız tamamdır.

Fasulyeyi isterseniz tuzlu suda bekletebilirsiniz. Bu konuda Özlem'e danıştım, "tuzlu suda bekletirsen daha lezzetli olur ama kabuğu soyulur, bi acayip olur" dedi. Bu "acayip" dediği hal, muhtemelen annemin "helimelenmek" dediği şey oluyor. Yani, fasulye pişerken hafif eriyor, suyun rengini ve kıvamını bozuyor. Ben de hiç riske girmeyip, bekleme suyuna tuz atmadım. Ne olur ne olmaz. Bu arada, suya karbonat atanlar da var ama ben karbonat fikrini sevmiyorum. Oldu olacak deney tüpü de koyalım mutfağa.

Ertesi gün, şöyle yapıyoruz:

Öncelikle, Migros kasabı eti size kocaman kocaman doğranmış halde vermiş olacağı için, o etleri bi küçültelim. Akbaba değil de, bir muhabbet kuşu başı gibi olsunlar. Küçük olursa suyu daha iyi çıkar, daha güzel olur. Yağları da yine iyiiice miniltelim ki, erisin, tadı gelsin.

Eti tencereye alıp, henüz yağ eklemeden, kendi suyunu salıp çekmesini bekliyoruz. Bu arada altını birdenbire açıverirsek, et daha suyunu salmadan yanar. Önce kısık ateşte bir sulanmalarına fırsat verelim, sonra orta ateşe alırız.

Ha unutmadan, eğer güvecimiz yoksa, tenceremiz mutlaka çelik tencere olsun. Mümkünse kalın ve ağır olanlardan. Nedenini sonunda söyleyeceğim.

O arada, "yemeklik boy" soğanımızı çintelim biz. Çintmek lafımı daha önce de kullandım ama yine de tekrar açıklayayım, küçük küçük doğramaktan bahsediyorum. Yemeklik boy da şu, yani orta boy, yani "abartmanın alemi yok."

Et suyunu çekince sıvıyağımızı ekliyoruz üstüne. Tencerenin üstünde şööyle iki tur gezdirelim yağ şişesini. "Ay çok yağ koymayayım buna ben" demeyin, yaptığımız şey brokoli değil kuru fasulye.

Yağ zaten hemen kızacaktır, kızınca soğanlarımızı ekleyip çevirelim. Kavrulsunlar bir güzel. Soğanlar eğer yapışıyorsa, siz o yağı az koymuşsunuzdur. Az daha ekleyin, bir şey olmaz o kadar kuralsızlıktan.

O arada, orta boy bir domatesi soyup doğramış olalım. Soğan kavrulunca tencereye atalım. Eğer domates salçası kullanmayacaksanız, buradaki domatesi büyük seçebilirsiniz, ben öyle yaptım. Biraz çevirdikten sonra "Ya bu domatesin doğru düzgün erimesi lazım..." diye düşünerek tuz ekledim üzerine. Maksat suyunu salsın.

İşte böyle bir şey...
Domatesin suyu da uçunca, bu kez biber salçasına geldi sıra. Biber salçası konusunda bugüne kadar temkinli davranıyordum ama geçen haftaki dolma hadisesinde gördüm ki, bu konuda temkin yanlışmış. (Geçen hafta "abartmayayım" diye yeterli gördüğüm salça az geldi. Demek "abartmak" o değilmiş tam.)

Ya tahmin ediyorum ki, şöööyle dolu dolu bir yemek kaşığı vardır koyduğum salça. Domatesler de vardı ya az önce koyduğumuz, onlarla birlikte bakınca "oha resmen 'fasulyeli kırmızı' oldu bu" dedim mesela.

Çevirdim iyice, salçayı erittim. Akabinde, fasulyeleri attım üzerine.

Yalnız dikkat! Fasulyenin suyunu mutlaka ama mutlaka dökmüş ve üzerinden tekrar bir su geçirmiş olun!

Malum, fasulye "ard etkisi" olan bir yiyecek. Eğer siz bütün gece içinde beklediği suyu dökmez de direkt o suyun içinden tencereye aktarırsanız, iyice gaz yapar. Hatta üzerine o suyu dökerseniz, ... Neyse, dökmeyin.

Fasulyeyi de yine, önce bir çeviriyoruz. Salçası eti domatesi filan, tamamen karışıyor. Tencerede "homojen bir yapıya" ulaşıyoruz. Bir iki dakika çevirdikten sonra, üzerine su ekleme faslına geldik... Annem bunun için " üzerini iki parmak örtecek kadar" der. İki parmağı geçiyor mu bilmiyorum ama, benim koyduğum su bi kere bütün her şeyi kapatmaya yetiyor. Üstte yüzen 1-2 fasulye tanesi dışında, altta ne olduğunu görmez oluyorum. Şöyle pay biçiyorum, fasulye zaten "sulu" olan bir şey. Öyle bir miktarda su koymalıyım ki, fasulye pişmek için ihtiyacı olan suyu çektikten ve o kadar buharlaşmadan sonra, kalan miktar yeterli olmalı.

Şöyle diyelim o zaman, şimdi siz "en nihayetinde" görünmesini istediğiniz hale gelene kadar suyu koydunuz mu? Şimdi onun üzerine yaklaşık bir bardak daha koyun. Ama ara sıra kontrol edin, fasulyenin cinsine göre suyunuz yetersiz gelebilir. O takdirde de, ketılda su kaynatıp ekleyebilirsiniz. Önceki denemelerimde öyle yapmıştım, olmuştu. Ha yok suyunuz fazla mı geldi, o zaman da tencerenin ağzını bir süre açık bırakın, uçsun.

Tuz-karabiber ekleyelim.
İki diş sarımsak atalım içine.
Bir de, bunu kendim uydurdum, azcık kimyon. Çok yakışıyor, hem de kimyon kuru baklagilin gazını alan bir şey.

Altı önce açık olsun. Kaynadıktan sonra kısalım. Taşmasın diye ağzını açık bırakacaksak da, lütfen çok az ama gerçekten çok az açık bırakalım.

Ara sıra baktığımız zaman, üzerinde köpükler göreceğiz. Gaz onlar hep. Kaşıkla toplayıp atalım onları.

Ocakta 45 dakika filan kaldı benimki. Tencerenin çelik ve kalın olmasının esbab-ı mucibesi de şu, o şekildeki tencere sıcak kalır. Ocaktan aldıktan sonra pişirmeye devam eder. Kuru fasulyenin bir olayı var, en güzel formunu tencerenin içinde 1-2 saat kalınca buluyor. Siz "Ay tamam içim şişti, pişmediyse de pişmesin artık napim" deyip altını kapatıp bırakıyorsunuz, 2 saat sonra bir bakıyorsunuz ki on numara olmuş. Kuru fasulyenin en iyisi bu yüzden, güveçte oluyor.

Bu sebeple, eğer fasulyeniz yumuşamışsa kapatın altını, ağzını da kapatın, kendi haline bırakın. Bir saat sonra da afiyetle yiyin. Eğer altını kapattığınızda zaten fazla pişmiş olursa, bu sefer "hemen" yemeniz, tencerenin ağzını da açmanız lazım.

Bunun yanına bir de pirinç pilavı ve bol miktarda da turşu lazım, malum. Ayıp yoksa.

Benim servis önerim, tabağınıza azcık limon sıkıp biraz da kimyon atmanız yönünde. Limon absürd gelmesin, turşuyla yediğiniz bir şeye limonun yakışması aslında gayet normal. Kimyon ise, hem gerçekten yakışıyor, hem de dediğim gibi, "etkisini" azaltıyor.

Afiyet olsun :)

*
Not: Buraya öyle "düz" bir tabakta kuru fasulye görseli koymak istemedim. karikatur.bul'dan bir şeyler bulayım dedim, fakat Uykusuz ve Penguen bir olup sitenin faaliyetini durdurmuş.

Bu davranış bence iki dergiye de yakışmadı. Kendilerini ayıplıyorum.

3 Mayıs 2012 Perşembe

Karın yararken dikkat edilecek hususlar

En sevdiğim sebze patlıcan ve bunun en sevdiğim türü de Adana dolması. Bu konuda netim. Yalnız, bunun tamamen bir annem spesiyali olduğunun da farkındayım. Elbet bir gün ben de bu konuda ustalaşacağım, ama asla annemin yaptığı gibi olmayacak.

Ben de karnıyarıkta uzmanlaşmaya karar verdim. Bu demek değil ki annem karnıyarığı muhteşem yapmıyor, tabii ki bu konuda da rakipsiz. Ama dolma dediğimiz şey, bambaşka... Haddimiz olmayan işleri bilelim. 

Şimdi öncelikle, eğer çok güvendiğiniz bir manavınız yoksa, bence karnıyarık işine kışın girmeyin hiç. Çünkü kemer patlıcan zaten tatsız bir patlıcan türü, bir de kışın iyisini bulmaya kasmak çok anlamlı değil. Yarısı çekirdeğiyle gidiyor. Gerçi mevsimi hala gelmiş değil, ama dün baktım, Migros'un patlıcanları düzelmiş. İyi görünüyorlardı, görüntü yanıltıcı değilmiş.

Kemer dediysek, öyle upuzun, gerçekten kemer gibi olanlardan bahsetmedik. "Şu kadar santim" diyerek, markete sanki elinizde cetvelle gidecekmişsiniz gibi bir ölçü verecek değilim ama özetle, irilerinden seçmeyin. Benimkiler muhtemelen 20 cm yoktur.

Azimliyim.
Dört tane patlıcan için, fazla geleceğini bilerek 250 gr. kuzu kıyma aldım, gerçi Migros kasabı bana 275 gramı daha uygun görmüş. Nitekim fazla da geldi, ama amacım zaten kalan kısmını ertesi gün olası bir ekmek arası kıyma ya da kıymalı yumurta operasyonu için hazır bulundurmaktı. 

En öncelikle patlıcanlarımızı alalı bir şekilde soyup, tuzlu suya koyuverelim. Ben bazen biraz obsesif oluyorum, patlıcanın suya tamamen batmadığı zaman acı olacağı yönünde saplantılarım var. O yüzden, batsınlar diye üstlerine tabak koydum.

Sonracıma, kıyma işine girdim. Kuzu zaten yağlı ve sulu bir et, o yüzden önce suyunu çekmesi iyi olur. Ekstra su veya yağ eklemeden, tencereye koyup kapağını da kapatıp, suyunu salmasını ve sonra da çekmesini bekledim. O arada da bir adet soğanı çintedurdum. Çintedurdum, evet.

Kıyma suyunu çektikten sonra, üzerine ayçiçek yağı gezdirip soğanları ekledim. Bu noktada mısırözü yağı daha iyi bir seçim, ama ben sürekli yemek yapan biri olmadığım için, sadece ayçiçek yağı bulundurup hem etli yemeklerde hem de kızartmalarda onu kullanıyorum.

Soğanlar kavrulunca, sıra salçaya geldi. Biber salçası konusunda cimri davranmanın alemi yok, öyle kaşık ucu filan bana gelmez. Ölçmedim ama çok rahatlıkla, bir dolu yemek kaşığını bulmuşumdur. Renk ve koku önemli, onlardan tatmin oluyorsanız tamamdır. 

Aslında domates salçası kullanmıyorum ama hadi madem artık kullanayım dedim, çok değil, ancak bir tatlı kaşığı kadar da domates salçası ekledim. Tuzunu-karabiberini de ayarladım. Kıyma kısmını böylece halletmiş olduk.

Ama karnıyarığın asıl zor kısmı, patlıcanların kıvamını becerebilmek. O konuda biraz daha çabalamam lazım. Tencereye ayçiçek yağını boca edip kızdırdım, cozurdayınca da patlıcanları ikişer ikişer attım içine. Burada bir şey yok.

Bu şekil kızaracak.
Yalnız, patlıcan muhteşem simetrik bir şey olmadığı için, çevirmek sıkıntı oluyor. O yüzden, karnıyarık yaparken en başta dikkat edilecek husus, patlıcanın kızartma tenceresinde döndürülmeye uygun şekilde olması.

Evde maşa da yoktu, ay Allah'ım, bir yandan patlıcanlar patlar -ki işindeki su açığa çıktıkça feci patlıyor, evet, bir yandan sen çeviremedikçe bir tarafı kızarır öbür tarafı çiğ kalır, derken elin kolun hep kızgın yağ olur, off kabus gibiydi. Etrafı da batırdım bir ton. Düşünmek bile istemiyorum, bu işler için bir maşa bir de wok tava lazımmış, ben dün akşam bunu gördüm. 

Patlıcanların dört tarafını da aslında güzelce kızartmamız lazım ama işte ben beceremedim onu. Olmadı o iş. Olabildiği kadar kızartıp tabağa aldım, çok içime sinen bir kızartma operasyonu olmadı.

Sonra, kızartma yağını tencereden alıp, ama az bir kısmını bırakıp, patlıcanları tencereye geri koydum. Karınlarını yardım, kıymayı içine dolduruverdim. 

Üzerlerine de, halka domates, uzun kesilmiş yeşil biber ve kırmızı kapya biber koydum. Tencerenin içine  birkaç diş de sarımsak atıverdim, tüm tüm.

Azıcık, yani ancak yarım bardak kadar su koydum ama bu doğru bir şey mi bilmiyorum. Gerçi fena olmadı, banılacak suyu oldu. Ama iki parmak daha az koysam olurmuş.

Altı hep orta-kısık olmak üzere, tencerede 15-20 dakika kaldı kalmadı. Şöyle düşündüm, tam gönlüme göre kızarmadı ya, bari tencerede az daha tutayım da çiğliği gitsin... Fakat yanlış yapmışım, 10-15 dakika yetermiş. Biraz fazla bile pişmişti. Ben sebzenin hafif "ağza gelenini" severim.

Netice olarak, eğer benim yaptığım gibi yaparsanız, evet yeniri olan ve hatta güzel bir karnıyarık olabilir. Ama "uuu..." dedirtecekseniz, birkaç denemeye daha ihtiyacınız var. 

Azimliyim, bir gün patlıcan yemeklerinde "en bambaşka" ben olacağım.

Annemin dolması hariç.

29 Nisan 2012 Pazar

Bi meze gördüm sanki...

İki hafta önce filan, markette Anda'yla bir şeyler aranırken her gördüğümüze saldırmak istediğimizi görünce, e madem dedik, o zaman biz bir sofra kuralım?

İşte dün o sofranın günüydü. Fikrin doğuş anında, aklımızda balık ya da kırmızı et vardı ama, sonradan düşündük ki ana yemekle kasmanın alemi yok. Rakı içilen yerde meze yenir dedik.

Hesapta, şöyle azar azar ama fazla çeşit yapacağız tamam mı. Haha. Fazla çeşit kısmı tamam, orada sıkıntı yok. Hatta şöyle söyleyeyim, sabah sofrayı toplarken örtüye yağ damlattım ve öyle fark ettim; gece boyunca masaya tek bir damla yağ düşmedi çünkü düşeceği yer yoktu. Fakat azar kısmı olmadı o işin... Dört kişiydik, ama gördük ki on dört kişi de olabilirmişiz. Net.

Tabii bunun sonucu olarak evde mebzul miktarda meze ve meze malzemesi mevcut. Bir süre paso yiyecek hazırlamam gerekecek, yazık çünkü yoksa. Bu arada, dün Oğuz da gelirken rakı almış, o da duruyor. Rakılı-mezeli bir pazar günü isterseniz evdeyim ben akşama kadar.

Neler yaptığımızı ben de ancak fotoğrafa bakarak sayabilirim, çok çünkü. Önce bizim yapmadıklarımızdan başlayayım...

- Anda Boşnak eti getirmiş biraz, o vardı. Yalnız eğer fırınım olsaydı ben o folyolanan pastırma olayına girecektim. Çok fantastik oluyor, folyoya pastırma, ince dilim domates ve ince dilim limon koyup kapatıp fırınlıyorsunuz. Başka malzeme de var mıydı hatırlamıyorum belki vardır. Çıkınca gerçekten çok güzel oluyor, mutlaka deneyin bence.

- Yeşil zeytinli salata yapsak mı diye düşündük ama Fora bizim için yapmış sağolsun, baharatlı-soslu bir şey. Çok da güzeldi, biz de yapsak öyle yapardık zaten.

- Çiğköfte işini de Süre Çiğköfte Seti ile hallettik. Yani halledememiş de olabiliriz bundan emin değilim. Setin içinden bulgurlu ve baharatlı bir harç, salça ve nar ekşisi sosu çıkıyor. 300-400 gr. kıyma için ve 8-10 porsiyon olduğu yazıyor. Biz yarı malzemeyle kullandık. Akşam kıyma ve harcı beylerin önüne koyduk, onlar yoğurdular biz yedik. Güzel yoğurdular ama ben harçtan pek tatmin olamadım. Ne bileyim, bir eksiklik, bir tatsızlık geldi ama adını koyamadım. Bir dahaki sefere tamamen kendimiz yapmayı denemek üzere bir kenara not aldım.

- Turşuyu hazır aldık.
- Peynirimiz Tahsildaroğlu Ezine klasikti ve tabii ki çerezle kavunu da kendimiz yapmadık.

Kendi yaptıklarımız ise, bence bir koordinasyon, yardımlaşma ve damak zevki hikayesiydi. Migros'tan çıkarken elimize kolumuza bakıp "Biraz abartmış olabilir miyiz acaba..." diye düşündük tamam ama, her şeyden zaten ya bir ya iki tane almışız, fazla bir şey de yok ki... Yok? Peki.

Bir fotoğraf çeken lazımmış.
- Anda'nın bir tavuklu salatası var, ondan yaptı. Tavuğun göğsünü iyice bir haşlayıp didik didik ediyorsunuz, üzerine küçük küçük doğranmış yeşil soğan, göbek marul ve salatalık, onun da üzerine sarımsaklı yoğurt ve mayonez ekleyip bir güzel karıştırıyorsunuz. (Başka bir şey koyuyor muydu hatırlamıyorum, sorarım bilahare.) Çook güzel oluyor. Salatalık ve tavuk fikri bana enteresan gelmişti, çok yakışıklı oluyormuş.

- Sonracıma, havuçlu-patatesli-yoğurtlu bir salatamız daha vardı. Rendelenmiş havuçları zeytinyağında güzelce kavuruyoruz, üzerine pul biber de serpmiş olarak. Kavrulduktan sonra açık tabağa yayıyoruz, üzerine haşlanmış ve ezilmiş patates, üzerine de yine sarımsaklı yoğurt.

- Patlıcan konusunda biraz coştuk. Bir kilo bostan patlıcanı alıp, baktık ki 6 tane oluyormuş, ikişerden üç ayrı çeşit için kullandık. Hepsi de közlendi bu patlıcanların. Köz meselesini de hemen açıklayayım, benim bilip-duyup ama henüz uygulamamış olduğum bir tekniği Anda başarıyla uyguladı. Teknik dediğim, patlıcanlı bildiğin ocağın üstüne koyuveriyorsun, o öyle oluveriyor. Yalnız ocak çok pis batıyor bu şekilde, bunu bilelim, sonuca hazırlıklı olalım. Folyo sersek iyiymiş.

Bir kısmını, sadece sarımsaklı yoğurtla karıştırarak yedik. Bu arada, yoğurt dediklerim hep Eker süzme yoğurt. Ben Eker'in bu ürününü görmemiştim, ama görünce ikimiz de başka hiçbir yoğurt düşünmedik. Eker'in yaptığı bir süt ürünü, sınıfının kesinlikle en iyisidir.

Bir kısmını, domates soğanlı salata yaptık. Aynı şekilde kırmızı biber de közleyip, bu salataya ekledik.

Bir kısmını ise, Sözlük'te gördüğüm bir tarif için kullandık. Közlenmiş patlıcanı tereyağında çeviriyoruz, sonra içine rendelenmiş kaşar ekliyoruz. Karışınca çok güzel bir şey oluyor.

- Kalamar ve tarator işine girdik. Kalamarı donmuş halde aldık, çözüldükten sonra una bulayıp kızarttık. Ama ben kalanın bir kısmını bugün una değil de, yumurta ve galeta ununa batırarak kızartmayı deneyeceğim, bence iyi bir fikir. Dün aklımıza gelmedi.

Tarator konusunda ise, ikimiz de tecrübesiziz tamam mı. Şimdi önce ekmek ve cevizi robottan geçirdik, sarımsak limon filan tamam. E ama olmadı bu? Yoğurt konuyor mu ki buna? Koyan var koymayan var, nasıl yapsak? O şeklini beğenmeyip yoğurt da ekledik, daha iyi oldu. Tam "Hay Allah ya, tarator oldu mu ki acaba..." diye hayıflanırken ben, bir de baktık, meğer kalamar kabının içinde zaten hazırlanmak üzere toz halde tarator varmış. Boşuna kasmışız. Ama öğrenmiş olduk.

- Muhammara yaptık, çok da kolaymış. Pul biberi sumak ekşisi ve limonda beklettik az, üzerine biber salçası, çok az domates püresi (annem "salça" demişti ama ben domates salçası kullanmıyorum, o yüzden püre ekledik.) ceviz ve kimyon. Bunu da robotladık, akıl alan türden bir şey oldu.

- Normal salatamız da vardı, yeşilli domatesli.

- Enginar yaptık. O da yine bayağı kolay bir şey, tencereye atıver, üstüne garnitürünü koy, zeytinyağını dök, o kendi kendine on dakikada pişsin.

- Ah, börek... Nasıl unuttum. Sigara böreği sardık, içine de mantarlı bir harç yapıp koyduk. Mantarı, biraz kırmızı (kapya) ve biraz da yeşil biberi küçük küçük doğradık, zeytinyağında çevirdik. Sonra da, içine kaşar da ekleyerek sigara böreğine bu harcı koyduk. On numero.

- Tavuklu yeşilli salata için kullanmadığımız tavukları, küçük küçük doğrayıp galeta unu ve yumurtaya bulayıp kızarttık.

- Zeytinyağlı fasulyemiz de vardı. Anda İzmirli olmasına rağmen zeytinyağlı konusunda muhafazakar değil, gayet inovatif. İçine biber koymayı önerdi, koyduk, güzel de oldu. Yalnız te daha şimdi hatırladım, biz ona şeker koymadık ya... Enginara da koymadık... Neyse olur öyle.

- Meyve olarak kavunumuz, yeşil elmamız ve muzumuz vardı. Yeşil elmayı, önce Koray'ın almış olduğu enteresan soyup-doğrama makinesinden geçirip, üzerine limon sıktık ve Türk kahvesi serptik. Muzu ise, Anda'nın sürpriziyle, ballı ve cevizli yedik.
Masaya sığmayınca...

Bütün bunların vesilesi, bir Yeşil Efe oldu. Ayrıca, bir de Adanalı olmama rağmen, rakıyı ilk defa şalgamla içtim. İnsanların özellikle tercih ettiği kadar varmış. Rakının yanında içtiğin şey, tek başına bir meze olabiliyormuş. Kesinlikle tavsiye ederim.

Her şeyi ayrı ayrı sayınca, 23 çeşit oluyor. Ohannesburger.
Bütün bunların malzemesinin tamamını yeni almamız gerekti, evde (zeytinyağı ve kızartmalık yağ dışında) hiçbir şey kalmamıştı çünkü. Biber patlıcan gibi "sayıyla" alabileceğimiz her şeyi, ihtiyacımız olan kadar aldık. Ama mesela, maydanozu birkaç sap alamıyoruz. Bir de kalamarı donmuş aldığımız için o fazlaydı. Onun dışında, tüm bu sofra (bir büyük rakı dahil) 190 lira tuttu. Anladık ki, 190 liraya bir rakı daha eklense, şöyle bir 7-8 kişi çok rahat ağırlanırmış. Dört kişiye fazla oldu.

Bundan sonra bir de kırmızı etli-şaraplı bir menüde gözüm var, gelişmelerle karşınızda olacağız.

Çok sevgiler,
Göksun. :)

5 Nisan 2012 Perşembe

"Bir de Koço masasında kedi olsam..."

Ya dün şöyle bi'şey oldu, Koray'lar Koço'ya gidiyordu, nezaket gösterip beni de davet etti sağolsun... Ben yok mok derken baktım hala davet ediyor, iyi madem dedim o zaman. Gerçi iyi ki de gitmişim, vaktimiz çok güzel geçti orası öyle de, bilirsiniz o hissi.

Neyse muhabbetimiz bize kalsın, ben yediğimiz içtiğimizi anlatayım...

Koço, İstanbul'a geldiğimden beri duyduğum ama hep "yolundan döndüğüm" bir yerdi. Bir kere annem götürecek oldu, "Ya ne gereği var şimdi..." diye istemedim. Birinde de, Moda'da Sebu Abi'yle karşılaştık, "Koço'ya gidiyoruz gel götüreyim" dedi, "Yok ben arkadaşımla buluşacağım" diye reddettim. Allah'ın hakkı üçmüş, ben dün akşam bunu gördüm.

Burada yazmışlığım var mı hatırlamıyorum, ama ben öyle "süper şık" yerlerden hazzetmiyorum. Yapay geliyor. Ben oraya damak zevki gibi, insanın en "keyfe dönük" arayışlarından biriyle gidiyorum, üstelik rakı-balık yapacağım. Okunuşundan emin bile olmadığım bir "chateaubriand" yiyecek olsam tamam da rakı-balık bu ya. Lütfen samimiyetimizi kaybetmeyelim.

Balığı buralarda yemek lazım.
Koço bu anlamda beklentimi gayet güzel karşılıyor. Bir kere bir Rum mekanı ki bu son derece hoş bir ambians sağlıyor. Ortalık ferah ve nezih. Üstelik karşında uzanan bir deniz var, balık başka nasıl bir yerde bu kadar keyifle yenir ki?

Restoranın altındaki ayazmayı da çok duydum ama gidip bakmadım, bakınca onu da yazarım.

Bu arada, buranın yine benzer bir mekan olan İsmet Baba'dan bazı farkları var. Mesela, İsmet Baba da çok feci güzeldir ama orada kalabalıktan birbirinizi duymakta zorlanabilirsiniz. Bir de daha küçüktür. Koço öyle değil. Hem geniş, hem de daha rahat konuşuluyor. Müzik burada da yok. Şimdi "E rakı balık diyorsun ama müzik yok da diyorsun, bu nasıl iş" demeyin, ben müziğin olmadığını daha biraz önce fark ettim. Sözlük'te Koço'ya bakarken birileri yazmış, "Aaa evet" dedim, "Müzik yok." Bunun şöyle bir getirisi var, rakı muhabbetinin önü açık. Müziğe değil muhabbete dalınıyor, bence kesinlikle daha iyi. Hem böyle olunca kafayı güzelleştirip şarkılara eşlik etmeye çalışan kimse de olmuyor.

Gerçi daha "enseye tokat" ortamlarda müzik aranabilir, ama mesela dünkü masada fasıl masıl olmaması çok daha uygundu. Neticede kafa bulmaya gitmedik, hatta 0,75 dublenin devamını bile getirmedim.

Meze tepsisi aslında bu kadar kalabalık değil.
Gelelim yemeklere...

Mezelerden beyaz peynir, patlıcan ezme, dereotlu kapya biber, kalamar ve güveçte karides aldık. Marullu-domatesli salata zaten masada vardı. Yalnız açıkçası meze tepsisi zayıf gibi geldi, en azından köpoğlu ya da kereviz filan da olsa iyiymiş. Gerçi ben rakıyı zaten peynirle tüketirim; hele karides güveç ve patlıcan da varsa gerisi teferruat. Ama yine de, "Koço" deyince daha zengin bir tepsi bekliyor insan.

Beyaz peynir çok güzel. Peyniri beğenmeyi bilirim ama tadından teşhis etmeyi bilmiyorum. Ben "çok güzel, rakıya pek yakışmış, yalnız belki-sanki hafif ağır gibi mi bilemedim..." diyeyim, siz oradan pay biçin.

Patlıcan ezme dediğimiz şey, basit gibi görünüyor ama "aşçının kabusu" olabilecek bir meze aslında. Mesela Kandilli'de Suna'nın Yeri'nde yediğim patlıcan ezme kadar kötüsünü zor bulurum, beyazlatmak için basmışlar sodayı... Olmamış tabii. Neyse bu güzeldi. Sütlü gibi-kremalı gibi bir tad alıyoruz ama şikayetim yok, kararmamış, sodalanmamış, acılaşmamış, daha ne olsun.

Biberli mezeden almadım, biber sevmiyorum. Koray da dereotlu diye yemedi, ona da soramıyorum o yüzden.

Kalamar güzeldi, yani çok öyle süper bir olayı yoktu ama iyiydi. Zaten birkaç saat önce Uğur'la Asmalımescit-Hardal'da yediğimiz (aslında yiyemediğimiz) korkunç kalamardan sonra Koço'dakini beğenmezsem çarpılırım... Yalnız sosu çok fazla sarımsaklıydı, tamam sarımsak candır ama abartmayalım.

Ah o karides güveç... Ah... İşte Koço'ya, her şeyi bırak, yok bir İstanbul klasiği, yok Rum meyhanesi, balığı güzel, manzarası var... Tüm bunları bir kenara koy, sırf bu karidesin hatrına gidilir. Evet.

"Fırın sütlaç boyu" güveçte geliyor. Mantar, domates, biber, karides ve üstünde erimiş kaşarla. Abi bunu yiyin ya başka hiçbir şey demiyorum.

Balıklarımız, bir tekir tava ve bir hamsi ızgaraydı. Tekir zaten iltifata ihtiyacı olmayan bir balık, bi de tavada, başka bir şey demeye gerek var mı allahaşkına? "Balığın dibi" bir tekir, bir barbun. Gerçi gümüş de bambaşkadır ama o da hiç görünmüyor artık. Ne yapalım, eldeki tekir daldaki gümüşten yeğdir.

İşte o hamsi. Ama bizimki daha güzeldi.
Neyse ben yine absürtleşmeye başladım, tekirler tazeydi ve güzel kızarmıştı. Bir tek kafasını ayırıp gerisini olduğu gibi ağzıma attım. Gerçekten bak.

Hamsi konusu şöyle, bence bu konuda beni ciddiye alabilirsiniz... Çünkü ben normalde hamsinin son derece "abartılmış" bir balık olduğunu düşünürüm. Hadi Kardenizlisindir ve hayatın hamsiyle geçmiştir, kabul. Ama levrek, tekir, çupra, barbun, lüfer, istavrit, sarıkanat... bilen insanlarız, hamsi nedir?

Derken bir hamsi geldi... Allah sizi inandırsın, aç olsam tabağıyla yerdim. Izgara yapmışlar ama buğulama gibi olmuş, adamlar balığı o kadar "kurutmamış." Parmak kadar hamsi, adeta olmuş bir biftek.

Bundan sonra, Koço benim için karides güveç ve hamsi demektir. Hadi karidesi evde de yaparsın ama, o hamsi, başka yerde zor...

Üç kişiydik, bir de küçük Yeşil Efe içtik. Ah unutuyordum, iki de bol kaymaklı ekmek kadayıfı yendi. Ben şerbetli tatlı sevmem, o yüzden zaten tatlı istesem de bitiremeyecektim, ama tadına baktım. Gayet güzeldi. Kaymağı da gayet boldu.

Hesabı görmedim, ama 200 lira verilip üstü beklenmedi.

Sonra iyi akşamlar dileyip ayrıldık, kalbim karides güveçte kaldı...

*
Sonradan eklenen not: Yukarıda İsmet Baba'yı müzikli mekan gibi yazmıştım, meğer yanlış hatırlıyormuşum, orada da müzik yokmuş. Düzeltme için gxl'ye teşekkürler.

Bizimkisi fondü hikayesi...

- Güya parfe yapacaktım, malzemesini sana getireyim bari de yapıverelim... Bende buzluk yok.
- Buzluk? Sıcak bişey değil mi ki o ya?
- Sıcak? Yok sen sufleyi diyorsun, parfe donan bişey.
- Sufle? Yok ya başka bi'şey diyorum ben...
- Başka bi'şey? Bilemedim...

Hikayemiz işte bu kadar kendini bilmez bir şekilde başladı ve başka bir gün, fondü yapımını araştırarak devam etti. Bu süreçte gördük ki, çikolatayı buharda eritecek bir ekipmana, erittiğimiz çikolatayı içine koyup üstelik bir de sıcak tutacağımız başka bir kaba, bir de bu çikolataya banacağımız meyveleri koyacak ayrı bir kaseye ihtiyacımız varmış.

- Kargo şubesine bir bakalım mı, bir şeyler almıştım, gelmiş görünüyor...
- Ne aldın? 
- Bişeyler bişeyler...
...
- Aaa fondü seti! Hem de kırmızı!

*
Salı akşamı aslında eve gidip patlıcanlı börek yapmak niyetindeydim. Fakat bugünlerde eve girmemeye bahane aradığım için, yolda karar değiştirip Sezer'i aradım. O arada Koray da okuldan çıktı zaten.

- Ee, napalım?
- Bilmem, düşünmedim.
- Fondü?
- Uuu beybi!

Derken, kendimizi akşamın 10'unda çikolata peşinde bulduk. Meyve kısmını Migros kapanmadan hallettik şükür ama, Kahve Dünyası'na yetişemedik. Zaten boşuna arıyormuşuz, Baylan'a sorduk, "fondülük çikolata" diye bir şey yokmuş.

Biz de e iyi madem diyerek, gittik Tatbak'tan, bir kutu bildiğimiz yaprak çikolata aldık. Şu bayramlarda götürülenlerden. 350 gram 10 lira.

Sonra süreç şöyle işledi,

Şimdi bu çikolatayı buharda eritmek gerekiyor tamam mı, e "normal" evlerde de çikolatayı buharda eritmeye yarayan bir alet olmuyor tabii ki. Koray düşündü, çikolataları iyice kırıp, demliğe doldurup, çaydanlığın üzerine oturtuverdik. Ne kadar çikolata kullanmamız gerektiğini bilemedik, ama kutunun yarısından fazlasını kullandık. Bitter-sütlü karışık oldu.

İnternette gördüğümüz tariflere göre, insanlar çikolatayı eritirken içine krema koyuyorlarmış. Yok artık diyorum izninizle, çikolataya krema eklemek de nedir, kutup ayısı mıyız afedersiniz? 

Baylan'daki amca, krema değil ama "içine iki damla yağ dökün" demişti, biz onu da yapmadık.

Yalnız süt eklemenin iyi bir fikir olabileceğini düşünerek, şöyle "ıslatacak kadar" da süt döküverdik. Ama az gerçekten, çeyrek çay bardağı ancak vardır. Yani o sütü kahveye koysanız, kahvenin ancak rengini açmış olursunuz.

Çikolatalar erirken, meyvelerimizi hazırladık. Küçük birer kaseye muz, kivi ve çilek doğradık.

Derken çikolatalar iyice eridi. Demlikteki çikolatayı fondü setimizin üstünüze koyduk, altına da bir küçük mum yaktık.

Muhtemelen, dünyadaki en güzel akşamlardan biri oldu.

Ama o güzelliğin, çikolata ile alakası o kadar da yoktu.