23 Mart 2012 Cuma

Köfte nasıl yapılmaz?

Geçenlerde Özlem'le bir köfte yapmıştık, çok da on numara olmuştu.
Demek keramet köftede değil Özlem'deymiş ki, ben geçen akşam evde kendi kendime denediğimde kıymayı resmen ziyan ettim...

Ya aslında hatamı biliyorum ama "spoiler" vermemek adına şimdi hemen söylemeyeceğim.

Ne kadar kıyma koyduğumu ölçmedim, nalet olsun dostum ölçmek gibi bir huyum yok. Tabii pilavın suyu ve kekin unu şekeri hariç, o kadar da becerikli değilim. Ama özetle, 250 gramdan fazlaydı. Şuradan biliyorum, yarım kilo almıştım kıymayı, yarısına yakınını Özlem'le yapmıştık... Kalanın hepsini kullandım.

Bir adet soğanı robottan geçirdim ama geçirirken içine tuz da koydum.
Yumurta kırdım bir tane.
Kimyon-karabiber-tuz-kekik koydum.
Pul biberden emin değilim ama koymuşumdur azcık.
Yine azcık sıvıyağ döktüm.
Dayanamadım kaşığın ucuyla biber salçası ekledim.

Derken, birinci hatamıza geliyoruz.
Evde ekmek yoktu. Yani çok az vardı.

Ama neden olmadığını anlatınca bana hak vereceksiniz...
O gün Dark Özgür'le otururken, tam benim kalkmama yakın Koray aradı. Şöyle bir konuşma geçti aramızda,

- Nerdesin?
- Evin oralardayım, sen?
- Ben de Moda Sahil'deyim... Planın var mı?
- Yok, neden?
- Hah çok güzel, ben sana planını söylüyorum şimdi... Eve gidip ekmeğin arasına domates peynir koyup geliyorsun, sahilde yiyoruz.
- Roger that.

Ekmeği bu şekilde harcadım, eve dönerken yenisini almayı da unuttum. Ama bana unuttuğum için de kızmazsınız bence. Sahilde peynir ekmek yiyip sağdan soldan bahsederek güneş batırmak, insana ekmeği unutturabiliyor.

Hata iki.
Köftenin içine patates rendelemek güzel bir hareket, fakat sen eğer "ay çok sert bu..." diye patatesi rendelemez de rondolarsan, o köfte olmuyor. Patates çok sulanıyor çünkü, zaten ekmeğin de yok, bulamaç gibi bir şey elde ediyorsun.

Cıvıklığını alsın diye un ekledim ama, ı ıh, almadı. İki dolu kaşıktan fazla ekledim hatta. Baktım olmayacak, "daha da eklemeyeyim, köftelikten iyice çıkacak bu..." diye düşünerek harcı o şekilde beklemeye bıraktım. Hani bekletilir ya az, baharatını çeksin suyu kurusun filan diye. Ben de üstünü peçeteyle örtüp rahat bi yarım saat beklettim ama bunu da ölçmedim. Daha fazla da olabilir.

Bekledikten sonra iki tane köfte hazırlayıp kızarttım, ı ıh, bariz cıvık. Olmamış. Tamam tadında bi sıkıntı yok, yeniri var ama cıvık yani n'apabilirim.

Eh madem napalım belki buzlukta kaldıkça kendini toplar dedim. Çünkü Özlem'le yaptığımız köfte sonradan daha bi toparlanmıştı.

Aldım saklama kabını, dizdim köfteyi bir sıra. Ve işte üçüncü hata,

Köfte sıralarının arasına alüminyum folyo koymayacakmışsın.

Ben koydum, üç kar köfteyi hazırladım, çok akıllı olduğum için "nemini çeksin" diye köfte dolu kabı koyduğum buzdolabı poşetinin içine bir de kağıt havlu koydum. Bence akıllıca bir fikirdi. Ayrıca o kağıt havlu köftelerle temas etmiyordu hayır.

Birkaç gün sonra "çıkarayım da iki köfte kızartayım..." deyince gördüm ki, meğer o folyo denen nane, köfteye çok acayip yapışıyormuş... Ki bunu bilmem gerekirdi, folyoya kıyma sarıp buzluğa kaldırmışlığım çoktur. O akşam neden düşünemediysem...

Bu arada şimdi fark ettim, benim bir "Folyoya Giriş 101" almam gerekiyor olabilir. Bir önceki post'ta görmüşsünüzdür, geçende de yumurtalı ekmek yaparken yapıştı bu nane. Sanırım ben folyoyu kesin yapışmaz bir teknoloji harikası filan sanıyorum içten içe.

Konuya dönersek, köfteler kendini toplamak şöyle dursun, ilk hallerinden bile cıvık olmuşlar... Tavaya bir attım ki, anında yapıştı.Ya da burada da dördüncü bir hata var ve ben çözülmelerini beklemeden kızartmaya kalkıştığım için öyle oldu.

Yani kısacası, siz bence buraya, bir şeylerin nasıl yapılacağı değil nasıl yapılmayacağını görmek için de ara sıra bir göz atın.

Dediğimi yapın, yaptığımı yapmayın.
Ben de yapmasam iyiydi.

22 Mart 2012 Perşembe

Haftaiçi akşamında bir haftasonu sabahı


Bazı şeyler var, çok "anne."

Mesela patatesli-kıymalı börek, anne de değil, direkt anneanne işi. Hatta bunu anneme börek yaptırma sebebi olarak kullandım geçende, "Anneannemin yaptığından yapmalısın artık, çünkü sen de anneanne oluyorsun. Gün patatesli-kıymalı börek yapma günüdür." Gibi.

Patlıcan dolması anne yemeğidir. Yiyorsan evdesindir.
Çok sevmesem de, elmalı pasta anneanne, yine çok sevmediğim üzümlü kurabiye anne işidir.

Kahvaltıda çökelek salatası varsa, orada bir aile var demektir.
Evde kırılmış yeşil zeytinle yapılan zeytin salatası da yine, "Çay doldurayım?" denmeyen masalarda görülmez pek.

Ve yumurtalı ekmek.
Çocukken abur-cubur girmeyen evimizin, nadir bulunan haftasonu kahvaltısı atraksiyonu.

Dün akşam Koray'la ondan yaptık. İkimiz de özlemişiz, en son ne zaman yediğimizi unutmuşuz. Tabii "anne eli değmiş gibi" gibi olmadı ama anne olmayan insanlar için bence gayet başarılıydık.

Dün akşam "evdeydim" o yüzden.

Siz de evde olmak isterseniz;

Bizim ekmek sütlü ekmekti, normalinden biraz daha küçük. Tamamını kullandık, bunun için 3 yumurta gerekti.

Gerçi beyaz peyniri fazla koymuşum ve üçüncü yumurtaya o yüzden ihtiyacımız oldu... Ne kadar peynir çinttiğimi ölçmedim ama özetle, "peynirli yumurta" ile "yumurtalı peynir" arası bir noktada durdum. Bol peynir iyidir.

Edirne peyniri kullandık, bence zaten Ezine benzeri şeyler yakışıyor en çok.

Ekmekleri, ölçmedik ama iki parmak eninde filan dilimledik. Yalnız ben kendi iki parmağımdan bahsediyorum, siz onu 1.5 düşünebilirsiniz. Zira yüzük ölçüm 8.

Ekmek dilimlerinin üzerine bıçağın ucuyla tereyağı dokunduruyoruz, sonra dilimin üstünü peynirli yumurtalı harca buluyoruz. Yalnız peynir taneleri tam gelmedi dilimlerin üstüne, onları en son kaşıkla alıp koydum.

Kızartılarak yapılmış bu, ama tabak leziz.
Sonra da, alüminyum folyolu fırın tepsisine dizdik. Fırını 150 dereceye getirmiştik ekmekleri yumurtalarken, ısınmıştı biraz. Sürdük tepsiyi, ama ne kadar pişirdiğimize bakmadım. O arada bulaşık yıkıyordum, işte birkaç tabak üç beş bardak yıkayana kadar oldu bitti zaten. Yalnız annemin dediği farklıydı onu da belirteyim, "Fırının üst ızgarasında yapacaksın" demişti. Biz "normal" yaptık.

Az daha tutsaymışız üstü de kızarırmış, ama o zaman ekmekler de kuruyabilirdi. Üstlerinin kızarmalarını beklememek bence doğru oldu.

Ama folyo da yapışabilen bir şeymiş, tamam fazla yapışmadı ama yine de "beklenti" o kadarının da olmamasıydı.

Sonuç iyiydi gayet. Bir dahaki sefere, kaşar-mantarlı denemeye karar verdik.
Başka  bir seferde ise, peynir-domates-yeşil zeytinli yapasım var.

Özlem adımı "protein" koyduydu geçenlerde, çünkü rafadan yumurtanın içine yumurta tepiştiriyordum. Bak yine canım istedi...

Aslında bunu baştan söylemeliydim ama, yumurtalı ekmeğe yaptığım güzellemeyi okurken benim peynirli yumurtayı bile yanında peynirle yediğimi akılda tutmanızda fayda var. Zira adımın bir kısmı Göksun Gökçe, diğer kısmı Protein...

Yumurta ve peynir. Canım.

7 Mart 2012 Çarşamba

Zeytinyağlı ve mutlu

- Alo Üsküdar'dan bindim şimdi geliyorum, aç mısın, bişeyler yiyelim mi?
- Olur, ne yiyelim?
- Bilmem, ne yaptın?
- Zeytinyağlı sarma yaptım.
- Ya boşa ümitlendirme beni böyle.
- Valla yaptım.
- Gerçekten mi?
- Gerçekten yaptım.
- E ben sana geliyorum o zaman.
- Gel tabi ki.

*
"Bilmem, ne yaptın?" derken o kadar umarsız soruyor ki, aklında bir şey yapmış olmama dair hiçbir ihtimal yok. Belli ki bir umut var evet, ama "beklenti" değil o. Ama gelmedi. Çünkü "Ya zeytinyağlı dolmayla karın doymaz ki, çorba da sevmiyorsun... Makarna yapayım istersen?" dedim, fakat zaten dışarı çıkacaktık ve Bambi'de karar kıldık. Sarmaları da saklama kabıyla götürdüm.

Güzel olmuş neyse ki.

*
Akşamın saat yedi küsüründe beni marketlere sürükleyip yaprak peşinde koşturan dürtünün adını koyamıyorum. Ama ben mutlu olunca içimdeki ev kızı uyanıyor, böyle de bir gerçek var. Dün de gayet verimli bir gündü mutluluk açısından. Pek çok sebep sayabilirim, fakat en temelinde iki şey var; doktora yalnız gitmemiş olmak ve doktorla eczacıların "Aaa 84'lü müsün, ben seni liseyi yeni bitirmiş filan sanmıştım..." demeleri.

Daha ne olsun allahaşkına. Canlarım ya.

*
Aslında yaprağı Çarşıiçi'nden almalıydım fakat te Moda'nın dibinden oraya gidip geri eve dönmeye üşendim. O yüzden, gittim Migros'tan Berrak markalı yaprak aldım. Fena değildi, ben daha kötü bekliyordum hatta açık söyleyeyim... Ama eğer "bildiğiniz" bir yer yoksa, Berrak denenebilir bence.

Kavanozda 4 ayrı rulo var, onların ikisini yaptım ben, kalanı duruyor. İçini az yaptığım için iki rulo da bitmedi hatta, sonuç olarak iki kişinin bir oturuşta rahaaat rahat atıştıracağı kadar bir sarma çıktı ortaya. O yüzden, siz vereceğim tarifi ikiyle çarpın diyorum.

*
İçini hazırlamaya başlamadan önce yaprakları yıkamamız lazım. Ruloları ayırmaya çalışmak zor bir iş, sakın zorlamayın. Azıcık ayırıp, sıcak suyun altına tutun birkaç dakika. Sonra sıcak su dolu bir kapta beklemeye bırakın. Ben ara sıra suyunu değiştirdim, iyi oldu.

Bir baş soğanı incecik çintelim. Zeytinyağlı yemek bol soğanla güzel oluyor, soğanınız iri olabilir.

Yalnız ben şöyle bir hata yaptım, aslında önce dolma fıstığını kavurup soğanı sonradan koymak gerekiyordu. Soğanlarla fıstığı beraber koydum, fıstık hafif diri kaldı. Siz önce onu kavurun. Bu arada, malum, o fıstık çok pahalı bir şey. Bilginiz olsun, Bağdat marka fıstığın tek poşeti ancak böyle iki tabak sarmaya yetecek kadar bir şey. Sarmanız daha fazla olacaksa ya bütçeniz iyi olsun, ya da az fıstığı göze alın.

Soğanlar kavrulunca bir su bardağı yıkanmış süzülmüş dolmalık pirinci ekleyelim. Çevire çevire kavuralım, o arada baharatlarımızı ekleyelim...

Bi kere tabii ki yenibahar. Ölçmedim ama bir çay kaşığından fazla koyduğumu biliyorum. Çünkü yenibahar aldatıcı bir şey, pirinç çok kararınca "tamam yeter" diyorsun ama pişince bir bakıyorsun ki adeta hiç koymamışsın... Bu konuda elimizi korkak alıştırmayalım derim ben.

Tencere büyük geldi, değiştirdim.
Karabiber, bir çay kaşını kadar.
Nane, keza.

Fazla tuz atmak istemedim, çünkü malum, yaprak tuzlu. Azıcık gezdiriverdim şöyle, maksat pirinç pişerken tuza değmiş olsun.

Ben dün kekik koymadım ama koyanlar oluyor, siz bilirsiniz.
Onun yerine, bir baharat karışımı var, fesleğen ağırlıklı olmak üzere kekikli naneli filan bir şey. Ondan koydum, bir çay kaşığı yine.

Bir de, İstanbul'da nasıl bulunacağını bilemediğim bir Antakya spesiyalitesi var. Kimyon ağırlıklı birkaç çeşit baharat ve çörekotu var içinde. Zeytinyağının üstüne dökmelik bir şey. Ben onu ölümcül severim, öyle ki yemeye kıyamıyorum. Ama mesela Özlem çok hoşlanmadı. Zevk meselesi hep bunlar... Neyse ondan zaten muhtemelen bulamayacaksınız, fakat bulursanız hem her yemeğe koyun, hem zeytinyağına dökün, hem de Allah rızası için bana da alın.
İki tane küp şeker attım bir de.

Şekerler de eriyip karışınca, pirinci ölçtüğüm bardakla su koydum bir ölçü. Kaynayınca kıstım altını, pilav gibi pişirdim.

Pişip dinlendikten sonra, artık sarmaya başlayabiliriz...

Fakat yine de, ne olur ne olmaz, yaprakları birkaç kere daha suya basıp çıkarmakta fayda var. Tüm bu süreç en fazla yarım saat sürüyor çünkü, yarım saatte hangi salamuranın tuzu gidermiş? (Gerçi böyle dediğime bakmayın, öyle bir gitti ki, sarmaların üzerine tuz serptim pişirmeden önce...)

Zeytinyağlı sarmanın içini önceden pişirir gibi yaptığımız için, yaprakları etliye nispeten daha dolu sarabiliyoruz. O yüzden, etli gibi düşünmeyip cimrilik etmeyelim. Saralım dolu dolu, tencereye dizelim. Yalnız dizmeden önce, tencerenin altını yaprakla kaplamak iyi fikir; hem kendi ekşisinin tadını veriyor hem de olur da ocakta fazla tutarsanız tencereye yapışmasını önlüyor. Mesela dün akşam çok işe yaradı bu yöntem.

Dizdikten sonra üzerine zeytinyağı gezdirelim, bir de limon sıkalım. Sarmaların üzerine gelmeyecek kadar su koyalım. Ve en nihayetinde, sarmaların üstüne küçük bir fincan kapağı filan kapatalım. Sarma - dolma yaparken o kapak işi önemli; sebebini bilmiyorum ama öyle. Koymayınca dağılıyor.

Kaynayana kadar orta ateşte, akabinde kısık ateşte pişirelim. Dün ben 35 dakika tuttum ama 30 dakika yeterliymiş, bir iki tanesi çataldan düşecek kadar pişmişti çünkü. Bir de, iyi ki tencerenin altına o yaprakları koymuşum, yoksa sarmalarım yapışacakmış...

Bu benimki değil. Fotoğrafını çekmeyi unuttum.
Zeytinyağlı sarma ilk piştiğinde "içi boş" gibi gelen bir şey, bekledikçe kendine geliyor. Dün bu bekleme süresi dolmadan saklama kabına alıp sahibine götürdüm, sonrasında bir daha görmedim. Ama duydum ki güzel olmuş, ellerime sağlıkmış.

O sizin güzelliğiniz...

Afiyet olsun :)