12 Aralık 2013 Perşembe

ay resmen tiramisu!

uuu beybi feci bir hareketlenme oldu bende... of biri beni durdursun, bu tiramisuyu borcamıyla ağzıma atacağım doktorum nerde...

tamam tamam sakince anlatıyorum.

ya ben tiramisuyu çok severim tamam mı. bunun hazır kek ve labneyle yapılmış törkiş stayla'sını da severim kabul ediyorum, fakat insanın canı daha "gerçek" bir şeyler de istiyor. onu da piyasada bulmak her zaman kolay değil. zira biliyorsunuz tiramisu aslında alkol gerektiren bir şey, o yüzden pastaneler 22'den sonra satmıyorlarmış diye duydum.

evde sırf bunun için sakladığım biraz baileys vardı. koca şişeyi ders çalışırken içtiğim kahveyle tükettim ama dibini tiramisuya bıraktım. on numara iş yapmışım.

tamam baileys var da, üç nal ve bir at? mesela bir de tarif bulsak? ama bunu google'a sormasak, çünkü ben nasıl güveneyim kimin nasıl yaptığına?

burak'a sordum, zira adam aşçı beyler. belki görmüşsünüzdür, okan bayülgen'in gece yiyen adamlarının xl olanı. bu arada burak yeni bir mekan açtı, hoşaf, galata tarafına giderseniz uğrayın. ben henüz gidemedim ama bu benim ayıbım. gidince orayı da yazarım.

iki tarif yazdı, fakat birini meslektaşına yazmış adeta... pastacı kremaları, yaprak jelatinler filan... olmazsa katı bir muhallebi de iş görür'ler... yahu ne muhallebisi, bir de onunla mı uğraşayım hacı naptın sen ya?

diğerini yaptım, o daha bir "yapılır" bir şey çünkü. çok güzel tarifmiş yalnız, hem kolay hem lezzetli. çok da "nokta atışı" vermiş ölçüsünü, yapan yazan eline sağlık.

bunun için iki paket kedidiline ve muhtemelen iki ayrı tepsiye ihtiyacınız olacak. bizimkinde öyle oldu, iki borcam dolusu tiramisu yapmış olduk. birini gömdük tabii derhal, diğerinden arkadaşlara da kısmet oldu. çok beğendiler sağolsunlar.

ha bir de, tarife geçmeden, kedidilini bim'den alın. çünkü migros'taki 5 küsür, bim'deki 1.95 lira. lezzet farkı yok, bundan emin olabilirsiniz. bizim tepsilerden biri migros biri bim, oradan biliyorum.

- toplamda 6 yumurta lazım.

bu 6 yumurtanın dört tanesini alalım, sarılarını ayrı beyazlarını ayrı koyalım. kalan ikisinin sarısını da mevcut sarılara ekleyelim, fakat bunların beyazları lazım değil. 6 sarı 4 beyaz yumurtamız olmalı.

- 6 sarıyı alıp 50 gram şekerle karıştıralım.

siz benim elli gram şekerimi nereden mi bileceksiniz? (şair burada "hani ya da benim elli de gram şekerim" demeyip ahmet kaya'ya selam ederek postmoderniteden yıkılıyor.) bu soru çok mantıklı. evde tanesi 30 gramdan xl'lar vardı, xl dediğim halley'in bim'de satılanı. onun iki tanesini bir çay tabağına, bir miktar şekeri diğer çay tabağına koyup minik bir terazi yaptım. şekerin eser miktarda daha az olması gerekiyordu, oldu da nitekim. malum, insanlık tüm inovatif gelişimini ihtiyaçlarına borçlu.

- "iki kat büyüyene kadar" karışması gerekiyor.

iki kat derken nasıl yani tam olarak? bu konuda hala bir fikrim yok. fakat yeterince uzun karıştırırsanız, şekerin eridiğini ve karışımın daha koyu, böyle bir daha kabarık, ne bileyim "başka bir şey" olduğunu görüyorsunuz. işte onu görene kadar çırpmaya devam. yorulduğum noktada elektrikli çırpıcıya döndüğüm doğrudur. (çırparken kafama ne eserse onu kullandım. biraz çırpma teli, "ay bu çok büyük, sıkıldım bundan" dediğim yerde çatal.)

- "yarım kilo mascarpone peynirini üç defada ekle. karıştıra karıştıra."

öncelikle mascarpone dediğimiz peynir bildiğimiz migros'larda var. kaşar peynirlerinin oraya bakın, lacivert ve silindirik kutusunu göreceksiniz. hep görüyorum fakat bu seferlik yoktu, şarküteriden aldım. kutusu 12 lira.

üçe bölüp karıştırmak mantıklı görünüyor tamam da, anam bu mascarpone ne sert şeymiş? bunun yarım kilosunun üçte birini ben nasıl edeyim de çocuktan bozma bileklerimle yedireyim yımırtaya? burak bunu kendine dedi zaar, adamın boyu iki metre eni üç basamaklı.

kaşık kaşık aldım yedire yedire karıştırdım. ama bunu yaparken ömrümden ömür gitti. karışmıyor abi, çırp allah çırp. allahtan kaan vardı o karıştırdı kısmen, yine aralarda elektrikten faydalandık tabii ki.

ha bu arada, aldığımız mascarpone meğer 500 değil 350 gramlıkmış. o an fark ettiğimiz iyi oldu gerçekten. aradaki 150 gram için bir kutu daha alamayacaktım, onun yerine 150 gram labne kullandık. olur o kadar hile. (dış ses: "labne kullandık derken? sanki o peynir o evde zaten varmış gibi, ya da o an o ev halinden çıkıp markete kendiniz gitmişsiniz gibi konuşmayın sayın bağyan, ayıboluyor.")

baktım bu peynir çırpma işini ben beceremeyeceğim, sonlarda artık tamamen kaan'a yıkarak beyazlarla ilgilenmeye başladım. (gerçi dürüst olmak gerekirse bununla da kısmen kaan ilgilendi :/ )

- dört beyaza yine bir elli gram toz şeker ekleyip bu sefer bunu iyice çırpıyoruz.

"katılaşana kadar" deniyor ama katılaşmak? hmm... katılaşmadı? karıştı iyice, koyulaştı belki ama katılaşmak bu deyil. olsun, tamam bence.

- yumurtalı bu iki karışımı birbirine karıştır. evet tamam.

- 50 60 ml baileys ekle. (ben pi'yi 60 aldım direkt.)

- koyu ama şekerli bir kahve hazırla.

ne kadar? ya sen hazırla işte, olmadı kalanını içersin. iki kupa yap mesela. ama buna iki kupalık değil rahat bir dört kupalık (yani tatlı kaşığı) kahve koymalısın. bu bir damak tadı meselesi, biz kahvesini ölçmedik ama rahat 4-5 dolu tatlı kaşığı olmuştur. sert oldu. nitekim öyle de olmalı, çünkü aslında espressoyla yapılması gereken bir şey bu. sen kalkıp bildiğin jacobs monarch'la yapıyorsan o kahveye acımayacaksın.

tabii şekerle yumuşayacak, onu da yine fazla koy. mesela ben hazır kahveyi sade içiyorum, o karışım bana göre bal gibi bir şey olmuştu. ama yine söylüyorum, takdir sizin, buna tadına baka baka o an karar vermek lazım.

bir de yine burada da baileys girmeli devreye, ben bir 60 ml de burada ekledim. yine olsa yine yaparım.

- kedidillerini o karışıma batır çıkar. evet gerçekten sadece batır çıkar, aksi takdirde çaya girmiş bisküvi gibi dağılır.

- tepsiye/borcama diz. üzerlerine kremayı sıva. (paketin hepsini tek kat yapamıyorsan yarısını yap bari ki, ikinci katı tam çıkabilesin.)

evet bebeyim yap bunu. ikinci katı çıkacaksan, ilk katı bitirdikten sonra üzerlerine kahveli kakao serp.

- ikinci katı çık. eğer kedidili ve krema bittikten sonra elinde hala "batırma kahvesi" varsa, bunu ister kedidillerinin üzerine dök, ister "ay çogzel oldu bu ya dayanamicam" deyip iç.

- ver kremayı. ver üzerine yine kahveli kakaoyu. koy dolaba soğusun. birkaç saat dursun işte, ne kadar dayanabiliyorsan.

ya var ya... bundan iyisini direkt italya'da yemiştim. kesin bilgi.

bir dahaki sefere baileys yerine grappa'lı bir kahve kreması deneyeceğim. bence o da çok şahane olacak.

az bi baileys kaldı hala, onu da browniye karıştırmak niyetindeyim kısmetse. gerçi düşününce aklım çok kesmedi onu, fırına girecek sonuçta, fırında alkol mu kalır ayol? bunu bir düşüneyim.

öperim,
göksun.

12 Kasım 2013 Salı

bir tez konusu olarak kuzu haşlama

selam arkadaşlar,

dün gece erdal'la konuşurken biraz dert yandım, "saçma sapan bir dönemin içindeyim" diyerek. hakikaten de öyle, yapmam gerek aşırı çok şey var ama ben hepsinden kaçıp hiçbir şey yapmıyorum. yapacağım zaman da gerekli şeylere hiç dokunmayıp gidip kuzu haşlıyorum. dün yaptığım gibi.

erdal sağolsun, "ilk defa bu kadar çok bölündüğün bir döneme girdin. bundan önce senin için hayat iş, gezme tozma ve kadıköy'dü. birden dağılmış olman normal. geçecektir." filan diyerek güzel konuştu. haklı görünüyor bence, yani benim işime gelen onun haklı olması. yoksa tez konusu olarak "haşlamada kuzu etinin olası etkileri" filan gibi bir şey seçmem gerekecek.

o halde size, serçe parmağımı dahi oynatamadığım bir günün sonunda gelen enerji patlamasından doğan kuzu haşlamayı ve bulgur pilavını anlatayım.

- bir parça gerdan
- bir orta boy kuru soğan (isterseniz bunun yerine birkaç arpacık soğan da kullanılabilir.)
- iki sap taze soğan (evdeki soğan demetini bitirmek zorunda olduğum için kullandım ama bence güzel oldu.)
- irice bir patates (insan gibi iri yalnız, kumpir gibi değil.)
- iki havuç - dediğime bakmayın ben onun yarısını doğrarken yedim aslında. hep öyle oluyor.
- bir sürü sarımsak (ben iki diş koydum, neden o kadar az koyduysam deli gibi.)
- tereyağ
- tuz karabiber vs. (tane karabiber varsa çok daha iyi olur, ben almayı unuttum.)

gerdan yerine incik de kullanabilirsiniz. ben aslında incik peşindeydim, fakat aralarında 10 lira kadar fark var. gerdan aldım tabii.

öncelikle kettle'e su koyalım o ısınadursun. 1.2 litreyi gösteriyordu, neredeyse 1'ini kullanmışımdır ben onun.

aldım eti, ikiye üçe filan böldüm. biraz hunharca. iri kalacak, takdir edersiniz ki.
o arada, tencerede bir miktar tereyağ erittim. ölçmedim ama cimri de davranmadım, normal pilava koyduğumdan biraz daha fazla koydum.
etleri kızgın tereyağında çevirdim biraz.
sonnracıma, üzerine verdim suyu.
içine kuru soğanı attım, sadece dörde bölerek. artı tabii sarımsaklar.

kaynayınca altını kıs, üstüne tuz.

onu öyle bırak. bir yarım saat filan kaynasın.

o arada havuçları patatesleri doğrayalım. haşlamada bunlar hep iri oluyor biliyorsunuz, artık nasıl seviyorsanız öyle doğrayın. o yarım saatten sonra önce havuçları atmalıyız. herhalde 15 dakika filan da öyle kaynayacak malzeme. akabinde patates ve taze soğan. patatesler olana kadar kaynamaya devam.

karabiberi ne ara attım hatırlamıyorum, biraz da kekik gezdirdim. şahane oldu. ama sarımsağı çok daha fazla olmalıymış, neden azcık koyduysam. siz öyle yapmayın.

pilava gelince... bulgur pilavının bir olayı yok aslında, fakat bu sefer farklı bir sırayla kavurdum. elim soğan+biber - domates - bulgur sırasına alışık ama bence o sırada "eksik bir şey var." bulgur kavrulmuyor gibi geliyor, o da hoşuma gitmiyor. hem bu sefer -yine dolaptakini bitirmek maksatlı- taze soğan kullanmalıydım, taze soğanın kavrulmasına karşıyım. domatesi de her zaman doğrarım fakat bu kez rendelemek istedim. neyse konuya dönersek,

bulgur pilavına en çok zeytinyağının yakıştığını düşünüyorum. pilavı uzun kavurmak gerektiği için, kızgın zeytinyağında önce onu kavurmaya başladım. (bir su bardağı + iyice yıkanmış.)

arada bir yerde biber attım üzerine, beraber çevirdim. açıkçası biberin ne kadar kavrulması gerektiğini bilmiyorum ama bunu çok da umursamıyorum, neticede diri kalmıyor. zaten biberden hoşlanmam, sadece yemeğin içinde yiyebildiğim için kullanıyorum hep.

bulgur artık rengini tamamen değiştirince, doğranmış iki sap taze soğanı iki küçük domatesin rendesini ekledim üzerine. aslında iki "orta boy" domates rendesi o ama ben yine yedim tabii ki. yemekte kullanacağım malzemeyi her zaman fazla alırım çünkü ben onu yerim. bu hep böyle olmuştur.

domatesle bulguru hemhal ettikten sonra ver suyu. tam bire iki değil, çünkü domates koyduk. 1 + 1'den iki parmak az gibi bir şey. 1+1.5 mu acaba? yok değil, ikisinin arası. ay anladın sen, santimiyle mi ölçseydik kuzum?

suyla beraber buna da yine 1-2 diş sarımsak. tuz. karabiber. ve kesssinlikle kimyon. çünkü bulgur kimyonsuz düşünülmemeli. (ayrıca mercimek ve kuru fasulye. allah'ın adını verdim deneyin.)

kaynayınca bunun altını da kısıyoruz. suyunu çekince kapatıp, tencereyle kapak arasına kağıt havlu filan koyuyoruz. bir süre demleniyor pilav.

yanına da turşu lazım bunun. bu seneki turşunun sirkesi gereksiz baskın olmuş. geçen sene de sarımsağı çok baskın olmuştu, seneye allah kerim.

evernote "eve gidince şunu dene" notlarıyla dolu ama ne ara ne olacak hiçbir fikrim yok. hayırlısı.

afiyet,
göksun.





29 Ekim 2013 Salı

pesto soslu hamburger köftesi

selam arkadaşlar, yeni bir "pazarlama başarısı" ile daha karşınızdayız.

bu asortik yemekler vallahi çok kolay. bir ara " 'kızarmış et ve haşlanmış hamur" deyince bir etkisi olmuyor. ama 'medium-rare steak ve tortellini' deyince uuu... " yazmıştım ve hala arkasındayım bunun. mesela biraz önce çok güzel bir pesto sos hazırladım ama umrumda değil, nitekim dolma konusunda hala bir annem değilim. konu kilit.

bugün yediğimiz, pesto soslu hamburger köftesi. bunların ikisini de ilk defa yaptığım için, halden anlayan biri olarak "ilk defa yapanlara göre" anlatayım. yalnız maalesef hala ölçü kullanmıyorum, artık göz kararınız size kalmış.

hamburger köftesine ekmektir yumurtadır filan karıştırmıyoruz arkadaşlar. kıymayı ona göre düşünün. ben 125 gr. kıymadan yaptım, çünkü yarım kiloluk kıymayı dörde bölerek dondurmuştum. daha azı da zaten herhalde kokumluk filan olurdu ancak.

bu kıymaya sadece tuz ve karabiber ekleyeceğiz. fakat ben kimyon hastası bir insan olduğum için biraz ondan da koydum, çok da güzel oldu. salça koymamayı düşündüm, çünkü salçalı köfte üzerine fesleğenli sos pek uygun gelmedi. fakat yine de, o çiğ et rengi bana çok anlamsız geldiği için, dayanamayıp bir çay kaşığı biber salçası da koydum. miktarına bakıp "iyi ki koymuşsun..." demeyin, benimki tamamen psikolojik. renk var mı, var. fesleğeni bozuyor mu, hayır. tam bir win-win değil mi sizce de?

"peki bu kıyma nasıl dağılmayacak o zaman?" dediğinizi duyar gibiyim. zira benim bilemediğim de tam olarak buydu. fakat sordum öğrendim, çok uzun yoğurmak gerekiyormuş. ulaş'la konuşuyorduk, "bi 15 dakika filan yoğur onu" dedi. (bu arada pesto aklını ve tarifini de ulaş'tan aldım, yoksa ben daha beşamele yakın bir şeyler uyduracaktım.)

"on beş dakika nedir arkadaş" diyorsanız, buyrun size on numara akıl: bilgisayarın başına geçip bir the big bang theory bölümü açtım, 20 dakikalık. koltukta otururken bir yandan izledim bir yandan yoğurdum.

o iş bitince, kıymayı bir köşede bekletip sosu hazırladım. bunun için, yaprağı ıspanak gibi kocaman kocaman olan fesleğenlerden almalısınız. dört sap kullandım ben, bir köfteye yeter diyerek. tabii yapraklar da önemli; gidip saksıda yetişen fesleğenden almayın.

iki diş de sarımsak soydum. önce bunları bir robotladım güzelce. akabinde parmesan rendeledim ama eski kaşar da yakışacaktır. zaten parmasen benim evde sık bulunacak bir malzeme değil, bundan önce hep eski kaşar kullanırdım ve bundan sonra da öyle yapacağım.

sonra, bu karışıma sızma zeytinyağı ekledim. tuzunu karabiberini de attım üstüne. artık daha ince çalışmak gerektiği için, robot yerine blender'a geçtim. yaptığım karışım yeşil bir bulamaç haline gelip köftesini beklemeye başladı.

gerisi malum, işimiz artık kıymayı kalın ve yassı bir köfte haline getirip kızartmaktan ibaret. ben eti o kadar pişmiş sevmediğim için, köfteyi de o kadar ince yapmadım. tavayı tereyağı ile ıslattım, köftenin her iki tarafı da kızarınca aldım ocaktan.

üzerine kenarda bekleyen pesto sosu... yanında üç renkli spagetti... ooooh mis.

bu sosa fesleğenin yanında taze soğan yaprağı veya taze nane de yakışır bence. yalnız dikkat, birinden birini kullanalım. yok ikisini birden kullanacaksak, artık o pestoluktan çıkıp başka bir şey olur, onu ayrıca değerlendiririz.

öperim,
göksun.

20 Ekim 2013 Pazar

eve dönüşü kuzuyla kutlayan adanalı.

iki haftadır evimde değildim, kendi uyduruk hayatımı özledim ayol. eve dün gece 12'ye doğru gelebilmiş olmama rağmen, ilk iş olarak çantamı atıp derhal bizim oraya koştum. fakat niyetim arkadaşlara takılıp kalmak değil de, onları bir görüp sonra evime gelip kapılara filan sarılmaktı. olmadı, zira hiçbiri yoktu. ben de eve geldim, aman allah'ım, o yorgunluğa rağmen sabah neredeyse 8'e kadar yatmadım yahu. sekiz diyorum. gece eve geldiğimde zaten 24 saatten uzun bir süredir yoldaydım ama ne gam; tv izledim, fotoğraflara baktım, bailey's içtim, acıkınca gece 3'te makarna yaptım, akabinde çay demledim, tabii her şeyden önce bir saat filan duşta kaldım... "evdeydim" yani, özleyen için muhteşem bir şey bu. iyi ki de uyumamışım, çok iyi oldu çok da güzel iyi oldu.

bu akşam ise evde oluşumu kutlamam gerekiyordu. yalnız bu kutlamanın fotoğrafını sunamayacağım, zira eti tavaya alırken tipini bozdum biraz.

bu akşam kendi uydurduğum bir sosla süslenmiş kuzu beyti ve yanında şehriye pilavı yiyoruz - şehriyeli pilav değil. bu tabağa bozcaada'dan aldığım çamlıbağ karalahna 2010 eşlik ediyor. bu arada evi şarap cenneti yaptım resmen, bir süre ayık yatamayacağım zannımca.

et kısmı bildiğimiz gibi. iyice ısınmış tavada etin yüzeylerini azıcık tutup, içerisinin pembeliği bozulmadan ateşten alıyoruz. bunun bir numarası yok. yalnız ben hala tavaya atmadan önce bir zeytinyağlıyorum, bence iyi oluyor. tavsiye ederim. ha şeklini bozma kısmını da açıklayayım; beyti malum, yuvarlatılmış ve kürdanla tutturulmuş bir malzeme. çevresinde ince katmanlar var. işte ben o katmanları bozdum, o yüzden güzel görünmedi.

şehriye pilavı burak'ın fikriydi, iyi de fikirmiş. ilk defa yaptım, zaten normal bildiğimiz pilav gibi yapılıyor. aynı ölçü; yani bir bardak bulgur, pirinç ya da şehriyeye iki bardak su. bir türlü tutturamayanlar için, kendi tutturamayışımın sebebi belki aydınlatıcı olur: çok kavurmak lazım arkadaşlar. ben bunu eksik yaptığımdan çok uzun bir süre pilav yapmayı beceremediğimi sandım ve bunalıma girdim. meğer ateşin başında az daha sıkılıp tam kavurunca, yani bütün malzemenin rengi dönene kadar direnince oluyormuş. biliyorum çok sıkıcı ve sıcaklatıcı, ama maalesef gereken bu. (yalnız ben pilavı sıcak suyla ya da malzemeyi sıcak suda bekleterek yapmadığım için o kullanımları bilmiyorum.)

sos kısmı ise uydurma oldu biraz. elimizdeki veriler:

- sarımsak ve baharat seviyoruz.
- hardal ve köri sevmiyoruz.

o halde, iri ve dövülmüş bir diş sarımsağı tereyağında kavurup, içine kekik, pul biber, karabiber, fesleğen ve kimyon karıştırabiliriz. sonra üzerine azar azar ve karıştırarak krema ekleyip, karışımı bu şekilde kaynatabiliriz. koyduğum kremayı ölçmedim ama yarım kutu kadar olduğunu tahmin ediyorum. miktarı tamamen ete göre ve göz kararı belirledim. et çok azdı, o yüzden sos da az oldu.

yalnız kremayı azar azar ve karıştırarak eklemek önemli, aksi takdirde kesilip top top olabilir.

bir de dikkat edin, eğer sarımsağı döverken tuzluyorsanız, sosa ayrıca tuz koymayın. ben unutup zaten tuzlu olan sosa bir daha tuz ekledim, fazla oldu tabii.

ama çok leziz oldu. ciddiyim. oha hem sarımsak hem baharat. üstelik etin üzerinde. of düşünmesi bile mutlu ediyor.

şu an yemekten kalktım, kalan şarabı üzerine kahve serpilmiş elma ve edward scissorhands eşliğinde tüketmenin peşindeyim.

afiyetler olsun. :)

21 Eylül 2013 Cumartesi

peynir ve şarap, fakat konsept biraz farklı.

ashahshahshd ay selam ben yine şarap içtim <3 ama bu sefer yarım şişe. kalanını yarın şeyapayım diyorum. daha ekonomik. zaten sırf bu ekonomi sebebiyle gittim tellibağ aldım; ama fena değilmiş. alınır.

bu sıralar yeniden bunalım takılmaya başlayacak gibiyim. bir süredir aşırı aktif ve "sokaktayım," fakat artık yoruldum ve sıkıldım. zaten artık evde tek olmanın keyfine varmaya da başladım malum, hazır bunalıyorken evde takılayım diyorum.

daha geçen gün, diğer blog'da "ben yalnız ve evde içmem" demiştim. o zaman öyleydi. buradaki "evde tek başına" teması o yazıdan sonra çıktı. fakat düşününce, aslında çok mantıklı bir tema bu. çünkü linkteki yazıda, "evde içmiyorum çünkü bu kafayı bir de alkollüyken yaşadığını düşünsene" demiştim ama işte, o kafayı alkollüyken yaşamamanın yolunu buldum. film izlerken içince son derece güzel oluyorsun. düşünsene, hem film izliyorsun, hem yemek yapmışsın, hem de bir şeyler içiyorsun. acayip zevkli üç şey bir arada. şahane değil mi sizce de?

bugün kendime tavuk pişirdim, ama yanına beyaz değil kırmızı şarap uygun gördüm. beyaz şaraptan hoşlanmıyorum, beyazla beyaz - kırmızıyla kırmızı gibi kurallara da inanmıyorum.

menümüzde peynir soslu tavuk pirzola ve peynirli patates köftesi var. bu peynirler parmesan değil çünkü gereksiz pahalı şeyleri almaktan hoşlanmıyorum, param olsa bile. kazıklanmışlık hissi güzel değil. kurban bayramında italya'ya gideceğim, parmesanımı oradan alırım efendi gibi. peynirle şarap konseptini çok yanlış anlamışsam demek ki.

ilk önce, patatesi haşlamaya koyalım ki tavuk pişene kadar haşlanmış olsun. isterseniz soyup öyle haşlayabilirsiniz, daha çabuk olur. ben soymadım ama ikiye bölerek koydum tencereye. yalnız açgözlü olmamak lazım, ben iki patates haşladım ama çok olduğunu görünce yarısını yapmadan dolaba attım tabii ki.

patatesler haşlanırken tavuğumuzu alıp teflon tavada ağzı kapalı olarak pişirmeye başlayalım. hiçbir şey eklemeden. tavuğun suyu çıkınca altını kısıyoruz tabii ki, birden yanmasın hayvan.

tavuk oladururken peynirli sosu hazırlayalım.

peynir olarak aklımda ilk eski kaşar vardı. fakat tuna bana izmir tulumunu önerdi ki bu öneriyi sanırım önceden de duymuştum. kimden olduğunu hatırlamıyorum. neyse özetle, gittim hem izmir tulumu hem de eski kaşar aldım. bu iki peynirden birer kibrit kutusu kadarını alıp rondoladım. gördüm ki, aslında eski kaşar daha uygunmuş. daha güzel toz halini alıyor çünkü, lapalaşmıyor. o yüzden eski kaşarı daha fazla oldu.

peynirin az bir kısmını patates için ayırıp kalan kısmına zeytinyağı ekledim. ölçmedim ne kadar olduğunu ama normal sulu yemek yapar gibi düşünün, en az o kadar koydum işte. sonra kimyon, kekik, fesleğen, pul biber, kara biber ve tuz da serpiştirdim. onu öööyle bi karıştırdım güzelce. iki diş de sarımsak dövdüm, karıştırdım o sosa, mis gibi oldu. bu arada, sarımsağı döverken havana biraz tuz serpin. öyle daha güzel dövülüyor.

şimdi bundan gerisi, sizin zamanı ayarlamanıza kalmış. şu an ocağın birinde patates haşlanırken diğerinde tavuk suyunu çekiyor, hangisi önce olacak da diğerinin muamelesinin bitmesini bekleyecek, orası muamma. ben ikisini de anlatayım, siz artık ayarlarsınız.

mesela tavuklar çekti mi suyunu arkadaşım? kapat onun altını. pirzolaları teker teker, al peynirli sosun olduğu tabağa. bula sağını solunu. her iki tarafında da peynir olacak şekilde tekrar tencereye aktar. tüm parçalara bunu yap, tabakta kalan peyniri sonra üstlerine paylaştır. ortaya yakın bir ateşte pişedursun.

derken patatese mi geldi sıra? onu püre yapman lazım. malum, püre tereyağ ve sütle yapılan bir şey. istersen öyle yap, istersen benim gibi krema kullan. yalnız dikkat et, bildiğimiz püre kıvamı bu iş için fazla "kıvamsız" oluyor. kremasını ya da tereyağlı sütünü ona göre kullan - daha az koy yani. püre yapmıyoruz, köfte olacak bu. derken ayırmış olduğun peyniri ekle, iyicene bir karıştır bunları. sonra bu patates-peynir karışımını küçük köfteler haline getir. önce başka bir kasede çırpmış olduğun yumurtaya, akabinde de galeta ununa batır. kızgın yağa göm. hemencecik oluyor zaten, diğer tarafını da bir kızdırırsa tamamdır.

köfteler oldu, tavuklar pişti, şarabımız da var, film güzel, afiyet olsun :)

ah filmden bahsetmedim... bu akşam "a glimpse inside the mind of charles swan III" filmini izledim. türkiye'de "erkek aklı" olarak gösterime girmiş ve ekşi sözlük'ün bildirdiğine göre sadece iki kişi izlemiş. imdb notu 4.7 ama bence kesinlikle daha fazlasını hak ediyor. charlie sheen'in oynadığı bir filmden ağır felsefe beklemek zaten anlamsız; fakat eğer aşk acısı çeken bir charlie harper peşindeyseniz bu filmi görmeniz gerekiyor.

"mutluluğa en yakın olabileceğim duygu arzu."

erkek kafası daha güzel nasıl özetlenebilir ki? :) - bu konuyu yazmazsaolecek'te yazmayı planlıyorum ama muhtemelen biraz sonra uyurum.

afiyet olsun ve iyi seyirler,
göksun.

15 Eylül 2013 Pazar

plastik mermi soslu kuzu şeysi

ya arkadaşlar kafam güzel biraz kusura bakmazsanız. fazla darmadağın bir yazı olabilir bu.

bugünü ev günü ilan ettim tamam mı, kışlık konserve işleriyle uğraşıp akabinde bi ton dergi-kitap filan okuyacağım hesapta. gittim iki milyon tane dergi aldım, allah bilir ne zaman okunacak. sonra migros'a gittim. turşuluk malzemeyi doldurdum, ama onun tarifini önceden verdiğim için burada anlatmayacağım. kendime ne pişirsem diye düşünürken aklıma ilk olarak her zamanki gibi patlıcanlı-etli şeyler geldi. sonra baktım, kuzu kuşbaşıyla külbastının fiyatı aynıymış. külbastı olsun o zaman dedim, madem bir pazarımız var onu da layıkıyla geçirelim.

yeri gelmişken, kuzu yiyelim arkadaşlar. dana ne ya saman gibi. (gerçi geçen akşam göztepe vino'da on numara bi dana lokum yedim o ayrı. ama üç gram ete o kadar para verdik, güzel olmasa yıkardım o gezegeni zaten.)

bu arada, şu an moda'da plastik mermiler konuşuyor. ben bu esnada evde şarap içiyorum. bakın hatırlarsanız baştan söyledim, kafam güzel, bu yazı dağınık olacak ve siz kusura bakmayacaksınız. bu hatırlatmaya güvenerek konuyu dağıtıyor ve diyorum ki, evde yaşadığımız mini hazlardan utandıran şu dünyanın şirazesini öpeyim. evinde yemek yiyip film izleyen insanım abi ben, yaşantım bundan ibaret, neden beni bu kadarcık hayattan utandırıyorsun? neden ben şu iki yudum yüzünden vicdan azabı çekmek, "ne işim var benim evde, ama bu kafayla da çıkılmaz ki, allah benim tepemden baksın e mi" demek zorundayım? kahrolsun bağzı şeyler, yerin dibini görsün hala derdimizi anlamayanlar. kendinden ayırmadıkların tarafından yanlış anlaşılmak ne kadar derin bir yalnızlık, bunu hiç düşündün mü? allah düşündürmesin kardeşim.

konuya dönecek olursak...

biliyorsunuz burada bir "bekar ve tembel" teması var. işten yorgun gelen insanın zahmet etmeyen hazırlayabileceği şeylerden bahsediyorum özetle. fakat bir de, evde zamanım ve keyfim varken yaptığım başka şeyler var ki, "evde yaşanan mini haz" dedikleri öyle şeyler işte. tamamen sahte şekerden ibaret saçma sapan soğuk kimyasallar değil. onları da "evde tek başına" olarak serileştirmeye karar verdim.

şimdi... gittiniz migros'a, baktınız ki kuzunun külbastısı güzel görünüyor. aldınız onu. dursun bi köşede, hemen ona girişmiyoruz.

çünkü daha patatesimiz ve patlıcanımız var.

şimdi aslında bunlar fırın gerektiren şeyler ama benim fırınım ısrarla yok tamam mı, o yüzden çok tatlı alternatif yöntemler geliştirdim. aldık bir patatesi mesela, alüminyum folyoya sarıp ocağın üzerine koyduk. direkt ocağın üzerine ama, arada bir şey olmaksızın. orta ateşte duradursun o, hiç acelesi yok. kalsın öyle.

yan ocakta, bu sefer bir adet bostan patlıcanı yine folyoya sarıp ocağın üzerine koymuş olalım. bu sefer dakika tutmadım ama önceden tutmuşluğum var, her tarafını beşer dakika ateşte tutmak yetiyor. bostan patlıcanını büyük görünce "öeh" demeyin yalnız, yarısı çekirdek onun zaten. nerede eski patlıcanlar kuzum.

patlıcanın o beş dakikaları geçerken, bir ufak domates, bir sap taze soğan, iki dal nane ve istersek iki üç dal maydonozu (ama ben istemedim) doğrayaduralım. bunları bir kaba alıp, bu arada patlıcan hala ocakta, bir adet kırmızı kapya biberi folyolayıp diğer ocağa alalım. onu öyle her yanını beşer dakika tutmaya filan gerek yok, her tarafını ateşe bir iki dakika tutunca bile olur. olunca alıp onu da doğrayalım salatanın içine - ama isterseniz en sonra bırakıp üzerini kaplamak için de kullanabilirsiniz. bu sizin dekorasyon duygunuzla alakalı. ben homojen salatalardan hoşlandığım için her şeyi birlikte doğramayı tercih ediyorum. acaba "stabilite" insanı mıyım? ahah ben mi ayol? yoo hiç değilim aslında. bu "salatada homojenize olma" takıntımı biraz düşüneyim ben, dünyaya salata tercihlerim üzerinden bir anlam vereyim çünkü en mantıklısı bu. hıhım.

özetle böyle oldu. evde iki şarap daha var ama
gittim yenisini aldım.
çünkü onları yalnız değilken almıştım,
yalnız içmek istemedim.
derken patlıcan da olduysa madem, kabuğu hemen çıkıverecek zaten, onu da doğrayıp kasenin içine ekleştirelim. üzerine zeytinyağı-tuz-limon, oh mis.

yalnız patates hala olmuş değil dikkat edersen. dakika tutmadım keşke tutsaydım, fakat ara ara çevirmek kaydıyla yarım saatten fazla kalmıştır o. folyo bir noktada yarılıyor, o yarıktan bıçak soktum ara sıra, "hmm yumuşamış, taam o zaman" diyene kadar çevirmeye devam ettim. haşlama yapar gibi düşünün, tabii o kadar yumuşak olmasını beklemek sabır ve "beklenti" meselesi ama ben sabırsız bir insanım.

neyse, patates için "tamam herhalde" deyince aldım onu da. kabuğunu soymadan, boyuna ikiye ayırdım. evde dilimli kaşar vardı, patates yarımlarının üzerine yarım dilim kaşar koydum. üzerine fesleğen, kekik, pul biber ve kimyon serptim azar azar. sonra onları bir teflon tavaya alıp, yağ koymayıp, kapağını da kapatıp, orta ateşe koyuverdim. (küçük ocağın değil, orta ocağın orta ateşine.)

o esnada sıra ete geldi nihayet. ilk iş, tavanın altını açtım o ısınadurmaya başladı.

bir adam var ya, yutup'ta bir sürü videosu var, acayip pasaklı ama bir o kadar da yakışıklı ve becerikli. james? jamie? oliver? - adı her neyse, işte öyle bir adam, neticede yemek yapıyor ve yakışıklı. o adamdan kalmış aklımda, eti zeytinyağlayıp ve tuzlayıp pişirmek. aslında kuzu yeteri kadar yağlı bir ettir fakat zeytinyağı fikri hoşuma gitmiştir her zaman. külbastıların (iki parça) her iki tarafını da önce tuzlayıp sonra azcık zeytinyağladım. zaten azcık tutunca oluyor, tabii siz yerili usûl "çok pişmiş" sevmiyorsanız. eti çok pişirmeyin arkadaş, kuruyup anlamsızlaşıyor. çok uzatmamak lazım hiçbir şeyi. tadında bırak, neyse o olarak kalsın. uzatınca artık başka bir şey haline geliyor, sen aslında kendi yarattığın şeyi seviyor oluyorsun ama bunun farkına bile varamıyorsun. o yüzden, uzatma birader, neyse o.

ne diyorduk ya, ha et oldu değil mi... o arada patatesin kaşarı da yeterince eridi. aslında tam dilim tabii ki daha iyi olur ama ne bileyim, şimdi akar tencereye yapışır filan, uğraşmak istemedim. ondan yani, yoksa tembel insan değilseniz daha çok kaşar koyun tabii.

sonra işte onları aldım, tepsiye koydum, salona getirdim. muson düğünü'nü uzun zamandır izlemek istiyordum, onu açtım karşıma. filmden beklentim daha yüksekti açıkçası. beni gerçekten duygulandıran tek bir sahne oldu ama onu söylersem spoiler olur şimdi. izleyince anlarsınız. anlamayanlar eqlemesin. (ipucu: köprü üzerinde filan mesela...)

çok tatlı bir akşam olurdu aslında da, plastik mermi yemeseydik iyiydi. şimdi bunlara tepki gösterince sen kötü-düşüncesiz-gaza gelen-cahil oluyorsun ya, işte ben ona dayanamıyorum asıl.

olmaz ama, eğer bir gün herhangi bir yerde "iktidar sahibi" olursam, o gün benim yanımda olmayın hacı. hiçbirinizi tanımayacağım çünkü, "üç gün önce neredeydin şerefsiz" diyerekten yanımda kimseyi istemeyeceğim. ama zaten muhtemelen bu yüzden, hiçbir zaman iktidar sahibi olamayacağım. ahah bu çok ironik değil mi? neyse özetle, şerefine panpa. ben şarabımı yine içiyorum hamdolsun, ama sen tiksinilmekten kurtulamayacaksın.

afiyetler,
göksun.

9 Eylül 2013 Pazartesi

inciraltı'nda islim kebaplı edith piaf

(dikkat dikkat, spoiler veriyorum! yazının sonunda edith piaf'ı andım, ilk baştaki patlıcan meselesiyle çok uygun düşmüyor ama bence siz yine de okurken şunu bir dinleyin: http://www.youtube.com/watch?v=arE9tIculcA - 
buyrun bu da tercümesi https://eksisozluk.com/entry/4655220)

ya ben burayı çok fazla boşladım, hiçbir şey yapmadığım için. sabah bir merak ettim, acaba hala giren çıkan var mı diye; yine bayağı iyi durumdaymışız. diğer bloglarda o kadar hukuk o kadar varoluş kasıyorum ipleyen yok, buradaki ıslak kek tarifi tam 19955 kere tıklanmış. insanın işi gücü bırakıp yemek yapası geliyor. dur bir ara bunun bunalımına da gireyim ben.

burada olmadığım zamanlarda elbette ki bir şeyler uydurmaya devam ettim ama mutfak şevkim kırıldı bir kere. geçenlerde dolma yapmıştım mesela, altı üstü sekiz parça kabak, arkadaş üç gün onu yedim ben. öyle şevklenme mi olur.

aslında üç ayrı yazı olabilecek malzemeyi, burada tek bir defada çıkarmak niyetindeyim. buyrun önce köfteli patlıcanımızı yapalım, akabinde inciraltı'nda rakımızı içelim ve en nihayet tekrar eve gelip film karşısında keyif yapalım.

*
geçen gün yemek yapmıyor olmaktan sıkılıp mutfağa gireyim dedim. adını bilmiyorum onun ama, hani var ya patlıcanları uzun uzun dilimleyip + şeklinde koyup ortasına köfte konduruyorsun. ondan yaptım.

bu arada baktım şimdi, "islim kebabı" deniyormuş. fakat ben o tarifi kullanmadığım için, kendime islim kebabı yaptım da diyemiyorum. adına "artı patlıcan" diyebiliriz mesela. güzel oldu, damağım şenlendi, midemde kelebekler uçtu filan da... bulaşıkçı şart.
fotoğrafın kaynağı için lütfen tıklayınız.

köfteyi yapalım önce, aradan çıksın. fakat onu yapmadan önce, patlıcanları uzun uzun doğrayıp tuzlu suya koymuş olalım ki, o arada acısı gitsin. tabii patlıcanı düzgün şekilli seçmiş olmanız lazım,

ben her şeyi iki lokma yaptığım için kıymayı 150 gr. filan kullandım. artık siz kendinize göre ayarlarsınız. işte o kadar kıymaya avcumun dibi kadar ekmek içi ufaladım. yalnız bu kıvam işi benim kafadan tutturabildiğim bir şey değil, "olmazsa eklerim" diyerek koydum ekmeği, en son bir denedim, çalıştı. yarım soğanı kıyıp tuzla ovdum. ovduktan sonra durulanır mı bilmiyorum ama ben duruluyorum. salça koymasam olmazdı, ama tadı belirgin olsa o da olmazdı, o yüzden tam dolmamış bir tatlı kaşığı salça ekledim. (bu arada on bininci tekrar ama olsun. bu blogda kırmızı et=kuzu, tavuk=ızgara tava ve salça=biber salçasıdır her zaman.)

kimyon, karabiber ve tuz tabii ki. patlıcana girmeyecek olsa kekik de serperdim biraz, isterseniz kullanın ama pek yakışmayabilir. unutmadan, bir diş de sarımsak ezdim içine. ve hayır, yumurta kırmıyoruz. kadınbudu olmayan köftede yumurtayı gereksiz buluyorum.

kızarttım onları, bir köşede duradurdu. derken patlıcanlara geçtik.

patlıcan sünger gibi bir şey olduğu için, yağa atmadan önce suyunu iyi almak lazım. her tarafınıza bulaşmasın sonra. önlü arkalı kızarttıktan sonra alalım, + şeklinde koyalım, ortasına köfteyi koyup kenarlarını kapatalım. aslında mantıklı olan, patlıcanı biber ve halka domates eşliğinde kürdanla tutturmak. fakat ben öyle yapmak istemedim. te bin yıl önce burak bana başka bir meze için taze soğan yaprağını kullandırmıştı, onu denedim. taze soğanın yaprağını alıp sıcak suda azcık bekletiyorsunuz, kayış gibi oluyor. sonra onu alıp ip gibi kullanaraktan patlıcana fiyonk kondurabilirsiniz. çok da tatlı oldu bence yeşil yeşil.

çok fazla pişirmeniz gerekmiyor, çünkü zaten her şey pişmiş durumda. kaynayınca altını kısıp on dakika da öyle tutun, bence yeterli. afiyet olsun :)

*
yukarıda burak dedim ya, işte onunla çok enteresan bir şekilde tekrar buluştuk. taze soğan yaprağı meselesi tam 4 sene önceydi, o günden bugüne ise hayatta olup olmadığını dahi bilmiyordum. derken geçenlerde sokakta karşılaştık - meğer evlerimizin arası otuz saniyeymiş. çayla başlayan sohbet rakıya ilerledi, derken bir baktık ki inciraltı meyhanesi'ndeyiz.

orayı zaten merak ediyordum, çünkü atlas'ın geçtiğimiz aylarda verdiği istanbul'un meyhaneleri ekinde de bahsedilmişti kendisinden. ama gidememiştim.

böyle bakınca bayağı meyhane aslında ama...
meyhane denince benim aklıma kahkaha gelir. kafalar güzel olunca insanlar fondaki şarkıya eşlik eder filan mesela. yan masada eski solcu amcalar ve teyzeler vatan kurtarır, arkada aşık bir çift rakıdan değil birbirinden sarhoş olur, ötede 3-5 genç adam eski sevgili muhabbeti yapar, beride 3-5 genç kadın da eski sevgili muhabbeti yapar, biz özlemle kahkaha atarız, murat hepimize küfreder, ziya abi'den buz istenir, ömer abi hesapları karıştırır, kadeh bitince ben doldururum. meyhane dediğin böyle bir yerdir.

inciraltı ise, meyhaneden çok rakı içilen bir restoran gibi. her şey çok düzgün, müşteri kitlesi "beyaz," personelin davranışı "işçisin sen işçi kal" standardına uygun. ayol şarap tatmaya gelmedim ben rakı içiyorum, neden bana efendinmişim gibi davranıyorsun? sana da bir kadeh koyalım, olsun bitsin.

öte yandan, kimi durumlarda inciraltı gibi yerler hayat kurtarır. mesela aileyle gidilir, kızla gidilir, dört yıldır ilk defa görüştüğün biriyle gidilir, bunlar olur. ama başka zaman gerek yok. mekan görme peşindeyseniz onu bilemem.

yalnız bu dediklerim "hof çok sıkıldım :/" gibi anlaşılmasın. fakat masayı güzel kılan şey bulunduğu mekan değil, üzerinde dönen sohbetti. ki bunun da ortamla alakası yoktu. kayıtlara geçsin.

yiyip içtiğimize gelince...

- arnavut ciğeri fena değildi, ciğer sevmeyen biri olarak sorunsuz yedim. fakat kimyonsuzdu. kimyonsuz ciyere karşıyız.
- patlıcan salatası da aldık; ben ısrarla onun hazır patlıcan olduğunu iddia ediyorum ama burak aksi görüşte. gidince deneyin, tok bir tadı olmadığını göreceksiniz.
- beyin tava aldık ama ben beyin insanı değilim. yani yiyemeyişmin restoranla alakası yok. burak kötü bir şey söylemedi.
- balık turşusu aslında güzel olabilirmiş fakat defne tadından hoşlanmıyorum. zevk meselesi, yoksa mezenin kendisine bir itirazım yok.
- beyaz peynir daha iyi olabilirdi, tamam bu da iyi ama tadı damağını doldurmuyor. gümbür gümbür bir peynir değil yani.
- dövme hıyar salatası pek güzeldi. benzerini kadıköy çarşı'daki nisan'da yemiştim, başka yerde de rastlamadım. yani kıyaslama yapabilecek durumda değilim, ama bunu gerçekten beğendim.
- adını hatırlamadığım bir meze daha yedik, kuru domatesin içine balık koymuşlar. benim favorim bu oldu, iyi fikir, iyi uygulama.

tüm bunlar, iki küçük efe'ye mezelik etti. rakılarla beraber toplam 230 küsür lira verdik, sanırım 234. ne yapalım, olacak o kadar.

özetle, evet güzel, nezih, düzgün, gidilir. ama "gerektiği" zaman.

*
peki buraya gitmek, ne zaman gerekmez?

seninle bir rakı içseymişiz edith abla.
geçtiğimiz salı, evde geçirdiğim ender akşamlardan birini yaşadım. bir süredir haftaiçi ve sonu mütemadiyen sokaklarda olduğum için, koltukta pineklemeyi çok acayip özlemiştim.

normalde evde içen biri değilim, yalnızken de içmem. fakat o akşam evde olmak beni o kadar mutlu etti ki, canım rakı içmek istedi. dolapta da vardı, şalgam da vardı üstelik, hemen gittim yoğurt ve salatalık aldım. hemen bir cacık, içine azıcık da taze soğan kıyılmışından. derhal beyaz peynir, üzerine zeytinyağı kekik ve pulbiber gezdirilmiş. ooooh hayat bana güzel. bir de film koydum kendime, edith piaf'ı anlatan. non je ne regrette rien eşliğinde yudumladım nevalemi. ne güzel şarkıymış, ne güzel kadınmış arkadaş. bizim rakı içen kadın hastası tipler rakı bilmeyen edith abla'mın kılına kurban olsun.

işte bu zaman gerekmez. hatta bunun için, aksine, evden çıkmaman gerekir. "evde yaşanan mini hazlar" bunlar işte bebeyim, saçma sapan cinsiyetçi reklamlara kanmayalım.

*
öperim,
göksun.

26 Nisan 2013 Cuma

Etsiz tembellik de mümkün (B&T 5)

Selam,

Buraya bir şey yazmıyorum ama niye bir sor. Yemek namına hiç-bir-şey yapmamaktan. Seçtiğim hayat konusunda derin endişelerim var ama zaten neyi seçsem aklım diğerinde kalacaktı, o yüzden çok düşünmeye gerek yok. (İç ses: Sus ve yaşamaya devam et.)

Geçenlerde borcama et ve sebze koyup fırına vereyim dedim, suyunu mu çok koymuşum ne olmuş, olmadı nitekim. Yemek pratik gerektiren bir şey, benim ise buna hiçbir zaman imkanım olmayacak. (İç ses: Titrerim mücrim gibi, baktıkça istikbalime...)

Fakat ortalıktan tamamen kalkmadan bir enginar pişireyim dedim, işte o çok güzel oldu. Neden, enginar tammm bir tembel yemeği de ondan. (Tembel yemeği: Hiçbir numarası olmayan ama adına bakınca bir şey sandığın yemek.)

Enginarı suyun içinde alın, yoksa kararır. Ben 1 bilemedin 2 kerede ve tek başıma yiyeceğim için tek parça aldım.

Enginar her yerde "bütün halinde" pişiriliyor, görsellik dışında bunun hiçbir anlamı yok bence. Neden yerken bıçakla uğraşayım ki; hem "ay ortası da pişti mi acaba" diye strese girmenin ne gereği var? Doğrayın efendim, korkmayın, kimse kızmıyor. Kare kare hale getirdimdi ben.

Bir adet patatesi de yine enginarla aynı boyutlarda olacak şekilde doğradım.

Küçük bir soğanı ince ince kıydım. (Evde küçük soğan yoksa ve yarım soğan kullanmam gerekmişse, kalanını  alüminyum folyoya iyice sarıp, sonradan menemen için kullanıyorum.) Evde kalmış bir sap taze soğan vardı, onu da doğradım yine.

Enginar alırken keşke bezelye ve havuç da alsaymışım, siz alın. Azar azar koyardım içine. "E bari bir renk olsun içinde" diyerekten,  evde kırmızı kapya biber vardı, onu doğradım halka halka.

Hepsini koy tencereye, üzerine ver zeytinyağını. Ama öyle koklatır gibi değil, bayağı "bas" yani. Normal zeytinyağlı yemeğe ne kadar koyuyorsan işte, sana kalmış. "Normal zeytinyağlı yemek derken?" mi diyorsunuz? Yani ben zeytinyağı tenekesini 2-3 tur filan döndürdüm, yarım çay bardağından aşağı koymamışımdır. (Çay bardağı: Normal kahveci bardağı olan. Armut ya da "ajda" değil.)

Hayır, soğanları kavurmuyoruz. Gerçi bu tercih meselesi ama bence çiğden olunca daha hafif ve lezzetli oluyor.

Üzerine -en fazla- bir küp şeker. Yarım bardak filan su. Bir halka limon. Tuz. Bir de, eğer evinizde varsa, Antakyalıların zeytinyağına karıştırdıkları bir baharat karışımı var, ondan. Aslında onu yemek değil banmalık baharatı olarak kullanıyorlar ama ben zeytinyağlı yemeklere de çok yakıştırıyorum.

Kısık ateşte pişedursun. Çogzel oluyor. Bekar, tembel ve sağlıklı. Müthiş.

Afiyet olsun,
Göksun.

4 Mart 2013 Pazartesi

Adana kebabı değil, adeta Kayser Soze.

Selam arkadaşlar,

Hiç aklımda olmayan bir konuydu ama, Adana kebabından bahsedeyim istiyorum.

Diğer şehirleri bilmiyorum ama İstanbul'da "Urfa acısız - Adana acılı" diye bir ayrım var. Orijinal Adanalılık taslayan kebapçılar bile bunu söylüyor hatta. Nereden çıkmış kim uydurmuş bilmiyorum ama bu kadar saçma bir şey olamaz.

Aşama aşama gidelim:
Bu değil.

1. İstanbul'da yediklerimiz gerçekten Adana kebabı mı?

Hayır. Bu benim burun büktüğüm bir konu değil, ama bilin ki hayır.

İstanbul, yeme alışkanlıklarının Adana gibi olmadığı bir yer. Mesela biz dana etini pek tercih etmeyiz, salçasız yemekten çok hoşlanmayız, baharat ise olmazsa olmaz. Zeytinyağlı, bizim için "salata niyetine" bir şeydir. Gerçi bakmayın, ben zeytinyağlı kereviz için adam dövecek biriyim ama o ayrı. Genelden bahsedersek, etli-soğanlı-salçalı bir mutfağı vardır bizim oranın.

Bu değil.
Bu kültürü aynen alıp İstanbul'da uygulamak ne kadar kârlı olabilir ki? Siz Adana Kazancılar Çarşısı'nda yediğiniz kebabı gelip burada aynen yapsanız, bulunduğunuz bölgedeki 3-5 Adanalı dışında kaç kişi gelecek? O kebap buralılar için fazla yağlı, gereksiz ağır gelmeyecek mi? Şu durumda, benim sorunum kebabın gerçeğe uymamasıyla değil, uyduğu iddiasıyla.

2. Adana kebabı acı mıdır?

Hayır, hayır, yüz bin kere hayır, acı çektirme bana!

Bu hiç mi hiç değil.
Değildir. Net. Evet salçalı ve baharatlıdır, ama acı değildir. Ha şimdi diyebilirsiniz ki, "Ama Adanalıların acı eşiği yüksek olduğundan, size acı gelmeyen şey bize öyle geliyor." Yine de hayır. Çünkü burada Adana diye satılan şey, orijinal Adana'dan daha acı.

Şimdi de eğer "Hm o zaman orijinal Adana, buradaki Urfa gibi mi?" derseniz, ona da hayır. Çünkü buradaki Urfa, tatsız tuzsuz kupkuru kıyma - eminim orijinali öyle değildir. Adana öyle değil. Çünkü baharatlı olan şey kesin acı olacak diye bir şey yok.

Eğer Adana'da siz "acılı" dememiş olmanıza rağmen acı bir kebap gelirse, ben Adana diye bildiğim yerin aslında neresi olduğunu sorgulamak durumunda kalacağım.
İŞTE BU!

3. İstanbul'da "hakiki Adana'yı" nerede buluruz?

Bilmiyorum. Fakat şunu net olarak söyleyeyim, Adana'yı yanında bulgur pilavıyla getirmek, olumsuz bir önyargı için yeterli sebeptir. Tamam belki yediğiniz şey güzel olabilir ama bilin ki başka bir şey yiyorsunuz.

Eskişehir'deymiş, ama güzel, evet.
Dürümcüler:

- Beşiktaş'taki Dürümce hala var mı bilmiyorum, varsa oradan ZİNHAR uzak durun. Adana bu değil.
- Arka Sokak Lezzetleri'ne uyup Dürümzade'ye giderseniz, üç kişilik ekmeğin içinde çeyrek porsiyon et yiyeceksiniz, üstelik kuru, üstelik teneke yağlı.
- Melekler Dürüm Evi'nin, orijinalliği yok ama yeniri var. Dürümün içinde mor lahana olmasaymış iyiymiş ama yine de diğer ikisinden daha iyi.
- Kimyon Dürüm, tamam komşumdur severim, ama Adana farklı bir şey. Üzgünüm, etinde tat yok.

Restoranlar:

- Zübeyir,
- Musa Ustam,
- Umut Ocakbaşı'ndakiler "gerçek" değil. Ha bir "et ürünü" olarak fena değil, eyvallah, ama bilin ki kebap tam olarak öyle bir şey değil. Buradaki kebaplar "kuru" oluyor, pırıl pırıl görünüp buram buram kokan kebaplar değil bunlar. Et işte.

- Kadıköy Çarşı'daki Kolcuoğlu (diğerlerine gitmedim)
- Kalamış'taki Kazancılar ise, nispeten daha iyi, kebaba benziyor. (Kazancılar el değiştirmiş gerçi, ben gideli çok oldu.) Daha bi güzel görünüyor, o kadar kuru değil, "salça rengini" görüyorsunuz.

- Yüzevler'in Adana'daki asıl yeri bile "on numara" değildir, o yüzden İstanbul'dakinin de gerçekten iyi olacağını düşünmüyorum. Ama denemedim.

- Küçükyalı Yeni Dostlar'ın methini çok duydum ama henüz gitmişliğim yok, gidersem onu da söylerim. Bu arada, (Yeni) Dostlar Adana'da meşhurdur.

Tike, Set filan gibi ciks yerleri saymıyorum bile. Lüks yerlerde kebap yeme olayına karşıyım, Adana'daki lüks restoranlarda dahi zevk almıyorum yediğim kebaptan.

Şimdilik bu kadar, afiyet olsun :)













7 Ocak 2013 Pazartesi

Moda Dodo: Kral çok feci çıplak!


Moda Çay  Bahçesi'ne giderken sağda Dodo diye bir kafe var ya, genelde kahvaltıyla anılır. Hah işte o kahvaltı hakkında söyleyeceklerim var. Buyrun sitesini verelim: http://www.dodomoda.com/index.php

Önce iyi taraflarından bahsedelim...

- Kahvaltıda yiyeceklerimizi seçebiliyor olmamız güzel görünüyor ama bu konuda yine de şüphelerim var. Aşağıda bahsettim.
- Gelen ürünler gerçekten lezzetli.
- Öyle yarım çeyrek lokma değil, bayağı "dilim" koyuyorlar. Geçen hafta gittik, bir tulum peyniri dilimi koymuşlar, maşallah dedim. Keza diğer peynirler, jambon filan, kalın hep.
- Her zaman kalabalık, o yüzden de kendinizi iyi ve tercihe değer bir yere gelmiş gibi hissediyorsunuz. Fakat ben bu hissin pek gerçekçi olmadığını düşünüyorum artık.

Zira:

- Evet kahvaltıda yiyeceklerimizi seçebilmek güzel. Fakat o zaman da, anlamsızca pahalıya geliyor. Kişi başı - mesela- 15 lira verecekseniz, evde yaptığınız kahvaltıdan pek de farkı yok aslında. Üstelik de eminim evdeki çayınız daha güzel olacaktır.

Beltur sevimsiz bir yer ve Moda İskelesi'nin Beltur olması mesela benim içimi acıtıyor. Fakat bu konuya takılmayacak biriyseniz, Dodo'ya 15 lira vermek yerine Beltur'a 17.5 lira vermek çok daha mantıklı. Denizin dibinde olacaksınız üstelik, mis. (Bu arada 17.5 liralık bir tabak Dodo'da da var ama buranın tek sorunu 2.5 lira olmadığından...)

- Şimdi "Ama Beltur'un 17.5 lirasında sadece iki çay var" demeyin. Çünkü arkadaşlar, Dodo'da zaten ikiden fazla çay içemiyorsunuz. Yok yani, adamlarda servis, çay getirme, kahvaltıya gelen insanın çay isteyebileceği, kafasını kaldırıp insanlar bir şey istiyor mu diye bakma... gibi algılar yok. Belki çalışan sayısı az geliyordur bilmiyorum ama ben 4 yıldır Moda'dayım, buraya her sene birkaç kere gitmişimdir, ı ıh, zerre ilerleme yok. Bir çay söylediğiniz zaman on kere daha söylemeniz ya da o çayı tamamen unutmanız gerekiyor.

Birinde artık dayanamayıp bardağımı alıp içeri gittim, "Siz getirmiyorsunuz ben alayım bari" diyerek. "Biz getiririz" diye beni masama gönderdiler, çay yine ben diyeyim 3 sen de 5 saat sonra geldi.

- Artı, bu sanırım yandaki kafelerde de böyle ama, çayı termosla dağıtmak ne abi, o ne öyle ya buz gibi? Bir de bulanık zaten.
- Çay bardağının değiştirilmemesinden rahatsız oluyorum. Buna lütfen "gereksiz hastalık" gözüyle bakmayın, siz olmuyor musunuz gerçekten? Kahvaltım bitmiş, tatlımı tuzlumu yemişim üzerine keyif çayımı içicem, fakat o da nesi, bardağımın her tarafı yağ olmuş. Sevmiyorum, ben kendi evimde bile aynı bardağı üç kere kullanmam. Zaten o çayla da ne keyfi Allahını seversen ya.

Hayır maliyet peşindeler desen, bir kere iki peynir üç domatese 15 lira alarak maliyeti on kere çıkarıyorlardır zaten. Musluk suyuyla demlenen çayı hep aynı bardakta sunacağına, iki zeytin eksik koy. Bari bir çay kaşığı koyun abicim, karıştırma çubuğu veriyorlar bir de, kafe değil okul kantini mübarek.

"Hala aynı değildir herhalde ya, olamaz yani, olmamalı..." diye düşünerek, 1 Ocak günü yine buraya gittik. Son oldu.

Eğer 15-20 lirayı ille verecekseniz, benim evde halihazırda tulum peyniri, ezine, normal beyaz peynir, domates, biber, yeşil zeytin, tereyağı, petekli bal ve demleme çay var. Jambon filan da alırım. İstediğiniz omleti de yaparım.

Ama yine de büyüklük bende kalsın, kahvaltıya gelenden tek beklediğimiz Türk kahvesi yapması ve yanında yemelik küçük ekler getirmesi. Siz daha Dodo'ya gidin.

Çok sevgiler,
Göksun.