bugünü ev günü ilan ettim tamam mı, kışlık konserve işleriyle uğraşıp akabinde bi ton dergi-kitap filan okuyacağım hesapta. gittim iki milyon tane dergi aldım, allah bilir ne zaman okunacak. sonra migros'a gittim. turşuluk malzemeyi doldurdum, ama onun tarifini önceden verdiğim için burada anlatmayacağım. kendime ne pişirsem diye düşünürken aklıma ilk olarak her zamanki gibi patlıcanlı-etli şeyler geldi. sonra baktım, kuzu kuşbaşıyla külbastının fiyatı aynıymış. külbastı olsun o zaman dedim, madem bir pazarımız var onu da layıkıyla geçirelim.
yeri gelmişken, kuzu yiyelim arkadaşlar. dana ne ya saman gibi. (gerçi geçen akşam göztepe vino'da on numara bi dana lokum yedim o ayrı. ama üç gram ete o kadar para verdik, güzel olmasa yıkardım o gezegeni zaten.)
bu arada, şu an moda'da plastik mermiler konuşuyor. ben bu esnada evde şarap içiyorum. bakın hatırlarsanız baştan söyledim, kafam güzel, bu yazı dağınık olacak ve siz kusura bakmayacaksınız. bu hatırlatmaya güvenerek konuyu dağıtıyor ve diyorum ki, evde yaşadığımız mini hazlardan utandıran şu dünyanın şirazesini öpeyim. evinde yemek yiyip film izleyen insanım abi ben, yaşantım bundan ibaret, neden beni bu kadarcık hayattan utandırıyorsun? neden ben şu iki yudum yüzünden vicdan azabı çekmek, "ne işim var benim evde, ama bu kafayla da çıkılmaz ki, allah benim tepemden baksın e mi" demek zorundayım? kahrolsun bağzı şeyler, yerin dibini görsün hala derdimizi anlamayanlar. kendinden ayırmadıkların tarafından yanlış anlaşılmak ne kadar derin bir yalnızlık, bunu hiç düşündün mü? allah düşündürmesin kardeşim.
konuya dönecek olursak...
biliyorsunuz burada bir "bekar ve tembel" teması var. işten yorgun gelen insanın zahmet etmeyen hazırlayabileceği şeylerden bahsediyorum özetle. fakat bir de, evde zamanım ve keyfim varken yaptığım başka şeyler var ki, "evde yaşanan mini haz" dedikleri öyle şeyler işte. tamamen sahte şekerden ibaret saçma sapan soğuk kimyasallar değil. onları da "evde tek başına" olarak serileştirmeye karar verdim.
şimdi... gittiniz migros'a, baktınız ki kuzunun külbastısı güzel görünüyor. aldınız onu. dursun bi köşede, hemen ona girişmiyoruz.
çünkü daha patatesimiz ve patlıcanımız var.
şimdi aslında bunlar fırın gerektiren şeyler ama benim fırınım ısrarla yok tamam mı, o yüzden çok tatlı alternatif yöntemler geliştirdim. aldık bir patatesi mesela, alüminyum folyoya sarıp ocağın üzerine koyduk. direkt ocağın üzerine ama, arada bir şey olmaksızın. orta ateşte duradursun o, hiç acelesi yok. kalsın öyle.
yan ocakta, bu sefer bir adet bostan patlıcanı yine folyoya sarıp ocağın üzerine koymuş olalım. bu sefer dakika tutmadım ama önceden tutmuşluğum var, her tarafını beşer dakika ateşte tutmak yetiyor. bostan patlıcanını büyük görünce "öeh" demeyin yalnız, yarısı çekirdek onun zaten. nerede eski patlıcanlar kuzum.
patlıcanın o beş dakikaları geçerken, bir ufak domates, bir sap taze soğan, iki dal nane ve istersek iki üç dal maydonozu (ama ben istemedim) doğrayaduralım. bunları bir kaba alıp, bu arada patlıcan hala ocakta, bir adet kırmızı kapya biberi folyolayıp diğer ocağa alalım. onu öyle her yanını beşer dakika tutmaya filan gerek yok, her tarafını ateşe bir iki dakika tutunca bile olur. olunca alıp onu da doğrayalım salatanın içine - ama isterseniz en sonra bırakıp üzerini kaplamak için de kullanabilirsiniz. bu sizin dekorasyon duygunuzla alakalı. ben homojen salatalardan hoşlandığım için her şeyi birlikte doğramayı tercih ediyorum. acaba "stabilite" insanı mıyım? ahah ben mi ayol? yoo hiç değilim aslında. bu "salatada homojenize olma" takıntımı biraz düşüneyim ben, dünyaya salata tercihlerim üzerinden bir anlam vereyim çünkü en mantıklısı bu. hıhım.
özetle böyle oldu. evde iki şarap daha var ama gittim yenisini aldım. çünkü onları yalnız değilken almıştım, yalnız içmek istemedim. |
yalnız patates hala olmuş değil dikkat edersen. dakika tutmadım keşke tutsaydım, fakat ara ara çevirmek kaydıyla yarım saatten fazla kalmıştır o. folyo bir noktada yarılıyor, o yarıktan bıçak soktum ara sıra, "hmm yumuşamış, taam o zaman" diyene kadar çevirmeye devam ettim. haşlama yapar gibi düşünün, tabii o kadar yumuşak olmasını beklemek sabır ve "beklenti" meselesi ama ben sabırsız bir insanım.
neyse, patates için "tamam herhalde" deyince aldım onu da. kabuğunu soymadan, boyuna ikiye ayırdım. evde dilimli kaşar vardı, patates yarımlarının üzerine yarım dilim kaşar koydum. üzerine fesleğen, kekik, pul biber ve kimyon serptim azar azar. sonra onları bir teflon tavaya alıp, yağ koymayıp, kapağını da kapatıp, orta ateşe koyuverdim. (küçük ocağın değil, orta ocağın orta ateşine.)
o esnada sıra ete geldi nihayet. ilk iş, tavanın altını açtım o ısınadurmaya başladı.
bir adam var ya, yutup'ta bir sürü videosu var, acayip pasaklı ama bir o kadar da yakışıklı ve becerikli. james? jamie? oliver? - adı her neyse, işte öyle bir adam, neticede yemek yapıyor ve yakışıklı. o adamdan kalmış aklımda, eti zeytinyağlayıp ve tuzlayıp pişirmek. aslında kuzu yeteri kadar yağlı bir ettir fakat zeytinyağı fikri hoşuma gitmiştir her zaman. külbastıların (iki parça) her iki tarafını da önce tuzlayıp sonra azcık zeytinyağladım. zaten azcık tutunca oluyor, tabii siz yerili usûl "çok pişmiş" sevmiyorsanız. eti çok pişirmeyin arkadaş, kuruyup anlamsızlaşıyor. çok uzatmamak lazım hiçbir şeyi. tadında bırak, neyse o olarak kalsın. uzatınca artık başka bir şey haline geliyor, sen aslında kendi yarattığın şeyi seviyor oluyorsun ama bunun farkına bile varamıyorsun. o yüzden, uzatma birader, neyse o.
ne diyorduk ya, ha et oldu değil mi... o arada patatesin kaşarı da yeterince eridi. aslında tam dilim tabii ki daha iyi olur ama ne bileyim, şimdi akar tencereye yapışır filan, uğraşmak istemedim. ondan yani, yoksa tembel insan değilseniz daha çok kaşar koyun tabii.
sonra işte onları aldım, tepsiye koydum, salona getirdim. muson düğünü'nü uzun zamandır izlemek istiyordum, onu açtım karşıma. filmden beklentim daha yüksekti açıkçası. beni gerçekten duygulandıran tek bir sahne oldu ama onu söylersem spoiler olur şimdi. izleyince anlarsınız. anlamayanlar eqlemesin. (ipucu: köprü üzerinde filan mesela...)
çok tatlı bir akşam olurdu aslında da, plastik mermi yemeseydik iyiydi. şimdi bunlara tepki gösterince sen kötü-düşüncesiz-gaza gelen-cahil oluyorsun ya, işte ben ona dayanamıyorum asıl.
olmaz ama, eğer bir gün herhangi bir yerde "iktidar sahibi" olursam, o gün benim yanımda olmayın hacı. hiçbirinizi tanımayacağım çünkü, "üç gün önce neredeydin şerefsiz" diyerekten yanımda kimseyi istemeyeceğim. ama zaten muhtemelen bu yüzden, hiçbir zaman iktidar sahibi olamayacağım. ahah bu çok ironik değil mi? neyse özetle, şerefine panpa. ben şarabımı yine içiyorum hamdolsun, ama sen tiksinilmekten kurtulamayacaksın.
afiyetler,
göksun.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder