9 Eylül 2013 Pazartesi

inciraltı'nda islim kebaplı edith piaf

(dikkat dikkat, spoiler veriyorum! yazının sonunda edith piaf'ı andım, ilk baştaki patlıcan meselesiyle çok uygun düşmüyor ama bence siz yine de okurken şunu bir dinleyin: http://www.youtube.com/watch?v=arE9tIculcA - 
buyrun bu da tercümesi https://eksisozluk.com/entry/4655220)

ya ben burayı çok fazla boşladım, hiçbir şey yapmadığım için. sabah bir merak ettim, acaba hala giren çıkan var mı diye; yine bayağı iyi durumdaymışız. diğer bloglarda o kadar hukuk o kadar varoluş kasıyorum ipleyen yok, buradaki ıslak kek tarifi tam 19955 kere tıklanmış. insanın işi gücü bırakıp yemek yapası geliyor. dur bir ara bunun bunalımına da gireyim ben.

burada olmadığım zamanlarda elbette ki bir şeyler uydurmaya devam ettim ama mutfak şevkim kırıldı bir kere. geçenlerde dolma yapmıştım mesela, altı üstü sekiz parça kabak, arkadaş üç gün onu yedim ben. öyle şevklenme mi olur.

aslında üç ayrı yazı olabilecek malzemeyi, burada tek bir defada çıkarmak niyetindeyim. buyrun önce köfteli patlıcanımızı yapalım, akabinde inciraltı'nda rakımızı içelim ve en nihayet tekrar eve gelip film karşısında keyif yapalım.

*
geçen gün yemek yapmıyor olmaktan sıkılıp mutfağa gireyim dedim. adını bilmiyorum onun ama, hani var ya patlıcanları uzun uzun dilimleyip + şeklinde koyup ortasına köfte konduruyorsun. ondan yaptım.

bu arada baktım şimdi, "islim kebabı" deniyormuş. fakat ben o tarifi kullanmadığım için, kendime islim kebabı yaptım da diyemiyorum. adına "artı patlıcan" diyebiliriz mesela. güzel oldu, damağım şenlendi, midemde kelebekler uçtu filan da... bulaşıkçı şart.
fotoğrafın kaynağı için lütfen tıklayınız.

köfteyi yapalım önce, aradan çıksın. fakat onu yapmadan önce, patlıcanları uzun uzun doğrayıp tuzlu suya koymuş olalım ki, o arada acısı gitsin. tabii patlıcanı düzgün şekilli seçmiş olmanız lazım,

ben her şeyi iki lokma yaptığım için kıymayı 150 gr. filan kullandım. artık siz kendinize göre ayarlarsınız. işte o kadar kıymaya avcumun dibi kadar ekmek içi ufaladım. yalnız bu kıvam işi benim kafadan tutturabildiğim bir şey değil, "olmazsa eklerim" diyerek koydum ekmeği, en son bir denedim, çalıştı. yarım soğanı kıyıp tuzla ovdum. ovduktan sonra durulanır mı bilmiyorum ama ben duruluyorum. salça koymasam olmazdı, ama tadı belirgin olsa o da olmazdı, o yüzden tam dolmamış bir tatlı kaşığı salça ekledim. (bu arada on bininci tekrar ama olsun. bu blogda kırmızı et=kuzu, tavuk=ızgara tava ve salça=biber salçasıdır her zaman.)

kimyon, karabiber ve tuz tabii ki. patlıcana girmeyecek olsa kekik de serperdim biraz, isterseniz kullanın ama pek yakışmayabilir. unutmadan, bir diş de sarımsak ezdim içine. ve hayır, yumurta kırmıyoruz. kadınbudu olmayan köftede yumurtayı gereksiz buluyorum.

kızarttım onları, bir köşede duradurdu. derken patlıcanlara geçtik.

patlıcan sünger gibi bir şey olduğu için, yağa atmadan önce suyunu iyi almak lazım. her tarafınıza bulaşmasın sonra. önlü arkalı kızarttıktan sonra alalım, + şeklinde koyalım, ortasına köfteyi koyup kenarlarını kapatalım. aslında mantıklı olan, patlıcanı biber ve halka domates eşliğinde kürdanla tutturmak. fakat ben öyle yapmak istemedim. te bin yıl önce burak bana başka bir meze için taze soğan yaprağını kullandırmıştı, onu denedim. taze soğanın yaprağını alıp sıcak suda azcık bekletiyorsunuz, kayış gibi oluyor. sonra onu alıp ip gibi kullanaraktan patlıcana fiyonk kondurabilirsiniz. çok da tatlı oldu bence yeşil yeşil.

çok fazla pişirmeniz gerekmiyor, çünkü zaten her şey pişmiş durumda. kaynayınca altını kısıp on dakika da öyle tutun, bence yeterli. afiyet olsun :)

*
yukarıda burak dedim ya, işte onunla çok enteresan bir şekilde tekrar buluştuk. taze soğan yaprağı meselesi tam 4 sene önceydi, o günden bugüne ise hayatta olup olmadığını dahi bilmiyordum. derken geçenlerde sokakta karşılaştık - meğer evlerimizin arası otuz saniyeymiş. çayla başlayan sohbet rakıya ilerledi, derken bir baktık ki inciraltı meyhanesi'ndeyiz.

orayı zaten merak ediyordum, çünkü atlas'ın geçtiğimiz aylarda verdiği istanbul'un meyhaneleri ekinde de bahsedilmişti kendisinden. ama gidememiştim.

böyle bakınca bayağı meyhane aslında ama...
meyhane denince benim aklıma kahkaha gelir. kafalar güzel olunca insanlar fondaki şarkıya eşlik eder filan mesela. yan masada eski solcu amcalar ve teyzeler vatan kurtarır, arkada aşık bir çift rakıdan değil birbirinden sarhoş olur, ötede 3-5 genç adam eski sevgili muhabbeti yapar, beride 3-5 genç kadın da eski sevgili muhabbeti yapar, biz özlemle kahkaha atarız, murat hepimize küfreder, ziya abi'den buz istenir, ömer abi hesapları karıştırır, kadeh bitince ben doldururum. meyhane dediğin böyle bir yerdir.

inciraltı ise, meyhaneden çok rakı içilen bir restoran gibi. her şey çok düzgün, müşteri kitlesi "beyaz," personelin davranışı "işçisin sen işçi kal" standardına uygun. ayol şarap tatmaya gelmedim ben rakı içiyorum, neden bana efendinmişim gibi davranıyorsun? sana da bir kadeh koyalım, olsun bitsin.

öte yandan, kimi durumlarda inciraltı gibi yerler hayat kurtarır. mesela aileyle gidilir, kızla gidilir, dört yıldır ilk defa görüştüğün biriyle gidilir, bunlar olur. ama başka zaman gerek yok. mekan görme peşindeyseniz onu bilemem.

yalnız bu dediklerim "hof çok sıkıldım :/" gibi anlaşılmasın. fakat masayı güzel kılan şey bulunduğu mekan değil, üzerinde dönen sohbetti. ki bunun da ortamla alakası yoktu. kayıtlara geçsin.

yiyip içtiğimize gelince...

- arnavut ciğeri fena değildi, ciğer sevmeyen biri olarak sorunsuz yedim. fakat kimyonsuzdu. kimyonsuz ciyere karşıyız.
- patlıcan salatası da aldık; ben ısrarla onun hazır patlıcan olduğunu iddia ediyorum ama burak aksi görüşte. gidince deneyin, tok bir tadı olmadığını göreceksiniz.
- beyin tava aldık ama ben beyin insanı değilim. yani yiyemeyişmin restoranla alakası yok. burak kötü bir şey söylemedi.
- balık turşusu aslında güzel olabilirmiş fakat defne tadından hoşlanmıyorum. zevk meselesi, yoksa mezenin kendisine bir itirazım yok.
- beyaz peynir daha iyi olabilirdi, tamam bu da iyi ama tadı damağını doldurmuyor. gümbür gümbür bir peynir değil yani.
- dövme hıyar salatası pek güzeldi. benzerini kadıköy çarşı'daki nisan'da yemiştim, başka yerde de rastlamadım. yani kıyaslama yapabilecek durumda değilim, ama bunu gerçekten beğendim.
- adını hatırlamadığım bir meze daha yedik, kuru domatesin içine balık koymuşlar. benim favorim bu oldu, iyi fikir, iyi uygulama.

tüm bunlar, iki küçük efe'ye mezelik etti. rakılarla beraber toplam 230 küsür lira verdik, sanırım 234. ne yapalım, olacak o kadar.

özetle, evet güzel, nezih, düzgün, gidilir. ama "gerektiği" zaman.

*
peki buraya gitmek, ne zaman gerekmez?

seninle bir rakı içseymişiz edith abla.
geçtiğimiz salı, evde geçirdiğim ender akşamlardan birini yaşadım. bir süredir haftaiçi ve sonu mütemadiyen sokaklarda olduğum için, koltukta pineklemeyi çok acayip özlemiştim.

normalde evde içen biri değilim, yalnızken de içmem. fakat o akşam evde olmak beni o kadar mutlu etti ki, canım rakı içmek istedi. dolapta da vardı, şalgam da vardı üstelik, hemen gittim yoğurt ve salatalık aldım. hemen bir cacık, içine azıcık da taze soğan kıyılmışından. derhal beyaz peynir, üzerine zeytinyağı kekik ve pulbiber gezdirilmiş. ooooh hayat bana güzel. bir de film koydum kendime, edith piaf'ı anlatan. non je ne regrette rien eşliğinde yudumladım nevalemi. ne güzel şarkıymış, ne güzel kadınmış arkadaş. bizim rakı içen kadın hastası tipler rakı bilmeyen edith abla'mın kılına kurban olsun.

işte bu zaman gerekmez. hatta bunun için, aksine, evden çıkmaman gerekir. "evde yaşanan mini hazlar" bunlar işte bebeyim, saçma sapan cinsiyetçi reklamlara kanmayalım.

*
öperim,
göksun.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder