aralık ayı içinde mutfakta bayağı zaman geçirdim. arnavut ciğeriyle başladık, antakya hurmasından tatlı uydurduk, çorbamız zaten eksik olmadı, sıcak şarapsız evin bizden olmadığına karar verdik, boğazımız ağrıyınca minare gölgeli karışımlar kaynattık, köftelerin biri biterken öbürü başladı, krep içine muhammaralar sürükleyip patatesler ezdik... en son, evde paça kaynatıyordum. yani ziyadesiyle üretken bir aydı. aslında bunların çoğu her gün yapılan yemeklerdi, ama ben her gün evde olmadığım için... bildiğimiz zeytinyağlı pırasada "budur" denecek kıvama gelebilmenin, benim hayatımda haber değeri var. bu arada pırasa diyince; "ya bu kadar piştiği yeter, dinlenirken kıvama gelir zaten" tekniği pırasaya sökmüyormuş arkadaşlar. baktım olmamış, borcama aldığım pırasayı tekrar koydum tencereye az daha kaynattım, çok iyi oldu çok da güzel iyi oldu.
bu esnada iki mekan öğrendim, şimdi de asıl onları anlatmaya geldim.
birincisi hoşaf. geçenlerde tiramisuyu anlatırken bahsetmiştim, burak'ın yeni açtığı yer.
açıkçası, tanıdığın sevdiğin insanların yaptığı işler hakkında yazmak sıkıntılı bir iş. çünkü olağan nezaket ve yapıcılığın üzerine çıkman gerekiyor; yok eğer sen gerçekten o noktadaysan bu sefer de samimiyetin sorgulanıyor. siz sorgulayadurun, ben azcık hoşaf öveyim.
burak, aşçılık eğitimi almış bir arkadaş. yalnız, yemek yapmak adamın işi değil de var olma şekli resmen. bazen videolarını filan izliyorum, adam sanki profiterol yapmıyor da bardağa su dolduruyor, her şey o kadar basit görünüyor ki. e hadi sen de yap, n'oldu, tutturamadın mı? tutmuyor işte. o spatula herkesin elinde o kadar doğal durmuyor.
arkadaş da olsak, kendisinin yaptığı bir yemeği tatmamıştım henüz. mekana gidince ne yesem diye düşündüm, "şurada yemek yiyen kızlara sorayım mı" dedim, "sor" dedi.
- merhaba, afiyet olsun. ben ne yiyeceğime karar veremedim de, siz ne yiyorsunuz, memnun musunuz?
- ben mantı yiyorum ve çok güzel çok memnunum.
- ben de köfteyi çok beğendim.
- peki annenizin yaptığı gibi mi yoksa farklı bir şeyleri mi var?
- ben mantıyı annemin yaptığı gibi olduğu için beğendim.
- ben de köfteyi farklı buldum, hoşuma gitti.
- ben köfte alayım o halde, teşekkürler, tekrar afiyet olsun.
fotoğraf hoşaf'ın feysbuk'undan. |
böylelikle köfteye karar verdikten sonra, açılışı ayvalı kerevizle yaptım. kerevizi ayvalı yapmak iyi fikirmiş, böyle şey gibi, limondan farklı, hoş ve kekre bir ekşimsiliği var ama tam ekşi değil gibi de. üzerine limon sıkmazsın o kerevizin çünkü o tat limon tadı değil. denemeniz lazım.
porsiyon bir zeytinyağlı için yeterli. zeytinyağlı diyince, genelde bizim zeytinyağlılar yağ içinde servis edilir ve içine şeker boca edilmiş olur. bu öyle değil, "yağ kaşıklama" durumu yok ve şekere mahkum olmuyorsunuz.
köfte ise, burak'ın "mükemmel köftenin tarifini buldum" dediği ve gayet haklı olduğu bir eser olmuş. porsiyonda tek köfte var ama 180 gram. kalın ve büyük bir köfte görünce insan mutlu oluyor. tadı gerçekten değişik çünkü içinde süt var. köfteye süt koyulabileceğini burak'tan öğrendim ve sütlü köfteyi ilk kez yemiş oldum, tam anlamıyla pamuk gibi olmuş. (sonra evde kendim de yaptım, yüzde yüz çalışıyor.) belki siz de -benim gibi, "iyi de o zaman kıvamlandırmak için çok ekmek koyman gerekmiyor mu, tadı nasıl güzel oluyor bunun?" diye düşünebilirsiniz. fakat bu kaygıya hiç gerek yok, köfte güzel, konu kilit.
yanında patates püresi ve biraz yeşillikle servis ediliyor. püre de çok güzeldi bu arada, nasıl yaptığını bilmiyorum ama yediğim en iyi püreydi. tereyağı süt falan tamam da, ayol resmen "karbonhidratının" tadı farklı, ya patatesin cinsinden ya da adam bir şeyler yaptı ve ben bunu şu algımla düşünemiyorum.
yemeklerle ilgili en hoşuma giden şey, o kadar yiyip de kendini baygın hissetmemek. bir zeytinyağlı bir sıcak, iki kap yemek gerçekten iyi bir öğün. ama tabağımı silip süpürdükten sonra, çok rahat bir o kadar daha yiyebilirdim; çünkü en ufak bir şişme hissim yoktu. hoşaf'ta yemek insana kendini hafif hissettiriyor, "su içer" gibi.
mekanın kendisi de güzel. küçük bir yer, insana sıcaklık hissi veriyor. yalnız o uzun masa, kalabalık bir anda nasıl olur onu bilemiyorum. ben gittiğimde bizim dışımızda iki kişi vardı. (işte o fikir aldığım kızlar.) birkaç kişi daha olsa, müzik de olacağını düşünürsek... o halini ayrıca görmem lazım. yalnız bu aslında benim kişisel huysuzluğum, yakınımda birbirine karışan çok fazla ses olunca erör veren bir insanım. yani bu konuda beni ciddiye almayabilirsiniz. (peki barda filan neden öyle olmuyor benjamin? ahah alkol alınca aklım daha iyi çalışıyorsa demek ki.) (bi de ayrı masa daha iyi bir şey ya. algını yan tarafa kapatabiliyorsun.)
yeri de çok kolay, hemen anlatayım. karaköy kemeraltı'nda st. benoit var ya. işte onun hemen sağındaki revani sokak'tan çıkarı çıkın. sokak biter bitmez hoşaf'ı hemen solunuzda göreceksiniz. (lüleci hendek sokak oluyor yani.)
kendi yediklerimin bana verdiği yetkiye dayanarak, size oradaki her şeyi tavsiye edebilirim.
*
diğer mekan ise asmalı mescit dürümcüsü.
feysbuk'tan bu da. |
bu arada nasıl insanlardan bahsediyorum ben ya, burak "üniversiteleri" bırakıp aşçı oluyor, banu dolaşmaya çıkmışken butik açıp geliyor, kaan'a baksan yine bırakılmış okullar göreceksin... ben bu esnada doktora yapıyorum. acaba yapamadığımı yaptıkları için mi, etrafımda hep böyle insanlar oluyor? bunu düşüneyim. yalnız keşke düşünmeye şimdi başlamasaydım, yazı yazıyoruz şurada... neyse konuya dönmekte fayda var.
dürümcüyü bize banu önerdi. tünel'den aşağı inen merdivenler var ya, işte tam orada. orası da küçük yine, ama çok enteresan bir mekan, adeta bir paralel evren. my way üzeri love and marriage dinleyip modern times izlerken dürüm yiyorsunuz. bu arada ayranınız da bakır ibrikte geliyor.
türkçe menü adana urfa vs filan, bildiğimiz dürümcü menüsü. ingilizceleri ise meatball wrap olarak yazılmış ki daha doğru. yani ekmeğin içindekiler tane tane köfte değil de, adana şekli verilmiş köfte. neticede köfte.zaten giderken ben adana beklentisiyle gitmedim, o yüzden şaşırmış değilim. gelen şey tabii ki adana değildi ama güzeldi, gerçekten beğendim.
fotoğraf zomato'dan. |
yemekten önce, zevkten adını sormayı unuttuğum bir ikram geldi. lavaşı ince ince doğrayıp kıtırdatmışlar, yanında patlıcanlı ve biberli ezmeyle birlikte getirdiler. gerçekten çok mutlu olarak yenen bir şey o, gidince göreceksiniz.
dürüm istedik biz. dürümün ekmeği, lavaşın ızgaraya konup yağ çektirilmiş hali. iyi fikir olmuş, ağır biraz ama lezzetli. gerçi kebabı direkt kuzu etinden yiyen bir adanalı olarak altı üstü yağlı ekmeğe ağır demiş olmam ironik gelebilir ama bunlar farklı şeyler. kuzunun ağırlığı bize olmaz.
dürümün içinde turp havuç filan gibi gereksizliklerin olmaması hoşuma gitti. et de düzgündü; bakın tekrar ediyorum konunun adana'yla alakası yok ama lezzetli bir dürümdü.
bu da zomato'dan. |
aslında dürümü biraz fazla bekledik ama yine de "servis başarısız" diyemiyorum. anında gelen çay, insanların ilgisi, nezaketi, istek ihtiyaç sormaları filan... güzel şeyler bunlar.
ben burayı sevdim çünkü enteresan buldum. dışarıdan bakınca bildiğimiz kafe-bar görünümünde bir yer çünkü; içindeki müzikler filmler filan bir dürümcü için değişik. oraya gidip ilginç tipler görmek olası. yani şöyle izah edeyim, oraya sırf alakasız şeylerin yan yana gelişini görmek için dahi gidebilirim.
iki adana dürüm + iki ayran için 29 lira verdik. bölgenin standardına göre makul bir fiyat. (adana'da bu fiyata iki kişi, kendilerine hazırlanan sofrada boğulur o ayrı.)
yani özetle, yiyelim yedirelim arkadaşlar. çünkü aman damak canım damak.
öperim,
göksun.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder