ashahshahshd ay selam ben yine şarap içtim <3 ama bu sefer yarım şişe. kalanını yarın şeyapayım diyorum. daha ekonomik. zaten sırf bu ekonomi sebebiyle gittim tellibağ aldım; ama fena değilmiş. alınır.
bu sıralar yeniden bunalım takılmaya başlayacak gibiyim. bir süredir aşırı aktif ve "sokaktayım," fakat artık yoruldum ve sıkıldım. zaten artık evde tek olmanın keyfine varmaya da başladım malum, hazır bunalıyorken evde takılayım diyorum.
daha geçen gün, diğer blog'da "ben yalnız ve evde içmem" demiştim. o zaman öyleydi. buradaki "evde tek başına" teması o yazıdan sonra çıktı. fakat düşününce, aslında çok mantıklı bir tema bu. çünkü linkteki yazıda, "evde içmiyorum çünkü bu kafayı bir de alkollüyken yaşadığını düşünsene" demiştim ama işte, o kafayı alkollüyken yaşamamanın yolunu buldum. film izlerken içince son derece güzel oluyorsun. düşünsene, hem film izliyorsun, hem yemek yapmışsın, hem de bir şeyler içiyorsun. acayip zevkli üç şey bir arada. şahane değil mi sizce de?
bugün kendime tavuk pişirdim, ama yanına beyaz değil kırmızı şarap uygun gördüm. beyaz şaraptan hoşlanmıyorum, beyazla beyaz - kırmızıyla kırmızı gibi kurallara da inanmıyorum.
menümüzde peynir soslu tavuk pirzola ve peynirli patates köftesi var. bu peynirler parmesan değil çünkü gereksiz pahalı şeyleri almaktan hoşlanmıyorum, param olsa bile. kazıklanmışlık hissi güzel değil. kurban bayramında italya'ya gideceğim, parmesanımı oradan alırım efendi gibi. peynirle şarap konseptini çok yanlış anlamışsam demek ki.
ilk önce, patatesi haşlamaya koyalım ki tavuk pişene kadar haşlanmış olsun. isterseniz soyup öyle haşlayabilirsiniz, daha çabuk olur. ben soymadım ama ikiye bölerek koydum tencereye. yalnız açgözlü olmamak lazım, ben iki patates haşladım ama çok olduğunu görünce yarısını yapmadan dolaba attım tabii ki.
patatesler haşlanırken tavuğumuzu alıp teflon tavada ağzı kapalı olarak pişirmeye başlayalım. hiçbir şey eklemeden. tavuğun suyu çıkınca altını kısıyoruz tabii ki, birden yanmasın hayvan.
tavuk oladururken peynirli sosu hazırlayalım.
peynir olarak aklımda ilk eski kaşar vardı. fakat tuna bana izmir tulumunu önerdi ki bu öneriyi sanırım önceden de duymuştum. kimden olduğunu hatırlamıyorum. neyse özetle, gittim hem izmir tulumu hem de eski kaşar aldım. bu iki peynirden birer kibrit kutusu kadarını alıp rondoladım. gördüm ki, aslında eski kaşar daha uygunmuş. daha güzel toz halini alıyor çünkü, lapalaşmıyor. o yüzden eski kaşarı daha fazla oldu.
peynirin az bir kısmını patates için ayırıp kalan kısmına zeytinyağı ekledim. ölçmedim ne kadar olduğunu ama normal sulu yemek yapar gibi düşünün, en az o kadar koydum işte. sonra kimyon, kekik, fesleğen, pul biber, kara biber ve tuz da serpiştirdim. onu öööyle bi karıştırdım güzelce. iki diş de sarımsak dövdüm, karıştırdım o sosa, mis gibi oldu. bu arada, sarımsağı döverken havana biraz tuz serpin. öyle daha güzel dövülüyor.
şimdi bundan gerisi, sizin zamanı ayarlamanıza kalmış. şu an ocağın birinde patates haşlanırken diğerinde tavuk suyunu çekiyor, hangisi önce olacak da diğerinin muamelesinin bitmesini bekleyecek, orası muamma. ben ikisini de anlatayım, siz artık ayarlarsınız.
mesela tavuklar çekti mi suyunu arkadaşım? kapat onun altını. pirzolaları teker teker, al peynirli sosun olduğu tabağa. bula sağını solunu. her iki tarafında da peynir olacak şekilde tekrar tencereye aktar. tüm parçalara bunu yap, tabakta kalan peyniri sonra üstlerine paylaştır. ortaya yakın bir ateşte pişedursun.
derken patatese mi geldi sıra? onu püre yapman lazım. malum, püre tereyağ ve sütle yapılan bir şey. istersen öyle yap, istersen benim gibi krema kullan. yalnız dikkat et, bildiğimiz püre kıvamı bu iş için fazla "kıvamsız" oluyor. kremasını ya da tereyağlı sütünü ona göre kullan - daha az koy yani. püre yapmıyoruz, köfte olacak bu. derken ayırmış olduğun peyniri ekle, iyicene bir karıştır bunları. sonra bu patates-peynir karışımını küçük köfteler haline getir. önce başka bir kasede çırpmış olduğun yumurtaya, akabinde de galeta ununa batır. kızgın yağa göm. hemencecik oluyor zaten, diğer tarafını da bir kızdırırsa tamamdır.
köfteler oldu, tavuklar pişti, şarabımız da var, film güzel, afiyet olsun :)
ah filmden bahsetmedim... bu akşam "a glimpse inside the mind of charles swan III" filmini izledim. türkiye'de "erkek aklı" olarak gösterime girmiş ve ekşi sözlük'ün bildirdiğine göre sadece iki kişi izlemiş. imdb notu 4.7 ama bence kesinlikle daha fazlasını hak ediyor. charlie sheen'in oynadığı bir filmden ağır felsefe beklemek zaten anlamsız; fakat eğer aşk acısı çeken bir charlie harper peşindeyseniz bu filmi görmeniz gerekiyor.
"mutluluğa en yakın olabileceğim duygu arzu."
erkek kafası daha güzel nasıl özetlenebilir ki? :) - bu konuyu yazmazsaolecek'te yazmayı planlıyorum ama muhtemelen biraz sonra uyurum.
afiyet olsun ve iyi seyirler,
göksun.
21 Eylül 2013 Cumartesi
peynir ve şarap, fakat konsept biraz farklı.
Etiketler:
eski kaşar,
evde tek başına,
şarap,
tavuk
15 Eylül 2013 Pazar
plastik mermi soslu kuzu şeysi
ya arkadaşlar kafam güzel biraz kusura bakmazsanız. fazla darmadağın bir yazı olabilir bu.
bugünü ev günü ilan ettim tamam mı, kışlık konserve işleriyle uğraşıp akabinde bi ton dergi-kitap filan okuyacağım hesapta. gittim iki milyon tane dergi aldım, allah bilir ne zaman okunacak. sonra migros'a gittim. turşuluk malzemeyi doldurdum, ama onun tarifini önceden verdiğim için burada anlatmayacağım. kendime ne pişirsem diye düşünürken aklıma ilk olarak her zamanki gibi patlıcanlı-etli şeyler geldi. sonra baktım, kuzu kuşbaşıyla külbastının fiyatı aynıymış. külbastı olsun o zaman dedim, madem bir pazarımız var onu da layıkıyla geçirelim.
yeri gelmişken, kuzu yiyelim arkadaşlar. dana ne ya saman gibi. (gerçi geçen akşam göztepe vino'da on numara bi dana lokum yedim o ayrı. ama üç gram ete o kadar para verdik, güzel olmasa yıkardım o gezegeni zaten.)
bu arada, şu an moda'da plastik mermiler konuşuyor. ben bu esnada evde şarap içiyorum. bakın hatırlarsanız baştan söyledim, kafam güzel, bu yazı dağınık olacak ve siz kusura bakmayacaksınız. bu hatırlatmaya güvenerek konuyu dağıtıyor ve diyorum ki, evde yaşadığımız mini hazlardan utandıran şu dünyanın şirazesini öpeyim. evinde yemek yiyip film izleyen insanım abi ben, yaşantım bundan ibaret, neden beni bu kadarcık hayattan utandırıyorsun? neden ben şu iki yudum yüzünden vicdan azabı çekmek, "ne işim var benim evde, ama bu kafayla da çıkılmaz ki, allah benim tepemden baksın e mi" demek zorundayım? kahrolsun bağzı şeyler, yerin dibini görsün hala derdimizi anlamayanlar. kendinden ayırmadıkların tarafından yanlış anlaşılmak ne kadar derin bir yalnızlık, bunu hiç düşündün mü? allah düşündürmesin kardeşim.
konuya dönecek olursak...
biliyorsunuz burada bir "bekar ve tembel" teması var. işten yorgun gelen insanın zahmet etmeyen hazırlayabileceği şeylerden bahsediyorum özetle. fakat bir de, evde zamanım ve keyfim varken yaptığım başka şeyler var ki, "evde yaşanan mini haz" dedikleri öyle şeyler işte. tamamen sahte şekerden ibaret saçma sapan soğuk kimyasallar değil. onları da "evde tek başına" olarak serileştirmeye karar verdim.
şimdi... gittiniz migros'a, baktınız ki kuzunun külbastısı güzel görünüyor. aldınız onu. dursun bi köşede, hemen ona girişmiyoruz.
çünkü daha patatesimiz ve patlıcanımız var.
şimdi aslında bunlar fırın gerektiren şeyler ama benim fırınım ısrarla yok tamam mı, o yüzden çok tatlı alternatif yöntemler geliştirdim. aldık bir patatesi mesela, alüminyum folyoya sarıp ocağın üzerine koyduk. direkt ocağın üzerine ama, arada bir şey olmaksızın. orta ateşte duradursun o, hiç acelesi yok. kalsın öyle.
yan ocakta, bu sefer bir adet bostan patlıcanı yine folyoya sarıp ocağın üzerine koymuş olalım. bu sefer dakika tutmadım ama önceden tutmuşluğum var, her tarafını beşer dakika ateşte tutmak yetiyor. bostan patlıcanını büyük görünce "öeh" demeyin yalnız, yarısı çekirdek onun zaten. nerede eski patlıcanlar kuzum.
patlıcanın o beş dakikaları geçerken, bir ufak domates, bir sap taze soğan, iki dal nane ve istersek iki üç dal maydonozu (ama ben istemedim) doğrayaduralım. bunları bir kaba alıp, bu arada patlıcan hala ocakta, bir adet kırmızı kapya biberi folyolayıp diğer ocağa alalım. onu öyle her yanını beşer dakika tutmaya filan gerek yok, her tarafını ateşe bir iki dakika tutunca bile olur. olunca alıp onu da doğrayalım salatanın içine - ama isterseniz en sonra bırakıp üzerini kaplamak için de kullanabilirsiniz. bu sizin dekorasyon duygunuzla alakalı. ben homojen salatalardan hoşlandığım için her şeyi birlikte doğramayı tercih ediyorum. acaba "stabilite" insanı mıyım? ahah ben mi ayol? yoo hiç değilim aslında. bu "salatada homojenize olma" takıntımı biraz düşüneyim ben, dünyaya salata tercihlerim üzerinden bir anlam vereyim çünkü en mantıklısı bu. hıhım.
derken patlıcan da olduysa madem, kabuğu hemen çıkıverecek zaten, onu da doğrayıp kasenin içine ekleştirelim. üzerine zeytinyağı-tuz-limon, oh mis.
yalnız patates hala olmuş değil dikkat edersen. dakika tutmadım keşke tutsaydım, fakat ara ara çevirmek kaydıyla yarım saatten fazla kalmıştır o. folyo bir noktada yarılıyor, o yarıktan bıçak soktum ara sıra, "hmm yumuşamış, taam o zaman" diyene kadar çevirmeye devam ettim. haşlama yapar gibi düşünün, tabii o kadar yumuşak olmasını beklemek sabır ve "beklenti" meselesi ama ben sabırsız bir insanım.
neyse, patates için "tamam herhalde" deyince aldım onu da. kabuğunu soymadan, boyuna ikiye ayırdım. evde dilimli kaşar vardı, patates yarımlarının üzerine yarım dilim kaşar koydum. üzerine fesleğen, kekik, pul biber ve kimyon serptim azar azar. sonra onları bir teflon tavaya alıp, yağ koymayıp, kapağını da kapatıp, orta ateşe koyuverdim. (küçük ocağın değil, orta ocağın orta ateşine.)
o esnada sıra ete geldi nihayet. ilk iş, tavanın altını açtım o ısınadurmaya başladı.
bir adam var ya, yutup'ta bir sürü videosu var, acayip pasaklı ama bir o kadar da yakışıklı ve becerikli. james? jamie? oliver? - adı her neyse, işte öyle bir adam, neticede yemek yapıyor ve yakışıklı. o adamdan kalmış aklımda, eti zeytinyağlayıp ve tuzlayıp pişirmek. aslında kuzu yeteri kadar yağlı bir ettir fakat zeytinyağı fikri hoşuma gitmiştir her zaman. külbastıların (iki parça) her iki tarafını da önce tuzlayıp sonra azcık zeytinyağladım. zaten azcık tutunca oluyor, tabii siz yerili usûl "çok pişmiş" sevmiyorsanız. eti çok pişirmeyin arkadaş, kuruyup anlamsızlaşıyor. çok uzatmamak lazım hiçbir şeyi. tadında bırak, neyse o olarak kalsın. uzatınca artık başka bir şey haline geliyor, sen aslında kendi yarattığın şeyi seviyor oluyorsun ama bunun farkına bile varamıyorsun. o yüzden, uzatma birader, neyse o.
ne diyorduk ya, ha et oldu değil mi... o arada patatesin kaşarı da yeterince eridi. aslında tam dilim tabii ki daha iyi olur ama ne bileyim, şimdi akar tencereye yapışır filan, uğraşmak istemedim. ondan yani, yoksa tembel insan değilseniz daha çok kaşar koyun tabii.
sonra işte onları aldım, tepsiye koydum, salona getirdim. muson düğünü'nü uzun zamandır izlemek istiyordum, onu açtım karşıma. filmden beklentim daha yüksekti açıkçası. beni gerçekten duygulandıran tek bir sahne oldu ama onu söylersem spoiler olur şimdi. izleyince anlarsınız. anlamayanlar eqlemesin. (ipucu: köprü üzerinde filan mesela...)
çok tatlı bir akşam olurdu aslında da, plastik mermi yemeseydik iyiydi. şimdi bunlara tepki gösterince sen kötü-düşüncesiz-gaza gelen-cahil oluyorsun ya, işte ben ona dayanamıyorum asıl.
olmaz ama, eğer bir gün herhangi bir yerde "iktidar sahibi" olursam, o gün benim yanımda olmayın hacı. hiçbirinizi tanımayacağım çünkü, "üç gün önce neredeydin şerefsiz" diyerekten yanımda kimseyi istemeyeceğim. ama zaten muhtemelen bu yüzden, hiçbir zaman iktidar sahibi olamayacağım. ahah bu çok ironik değil mi? neyse özetle, şerefine panpa. ben şarabımı yine içiyorum hamdolsun, ama sen tiksinilmekten kurtulamayacaksın.
afiyetler,
göksun.
bugünü ev günü ilan ettim tamam mı, kışlık konserve işleriyle uğraşıp akabinde bi ton dergi-kitap filan okuyacağım hesapta. gittim iki milyon tane dergi aldım, allah bilir ne zaman okunacak. sonra migros'a gittim. turşuluk malzemeyi doldurdum, ama onun tarifini önceden verdiğim için burada anlatmayacağım. kendime ne pişirsem diye düşünürken aklıma ilk olarak her zamanki gibi patlıcanlı-etli şeyler geldi. sonra baktım, kuzu kuşbaşıyla külbastının fiyatı aynıymış. külbastı olsun o zaman dedim, madem bir pazarımız var onu da layıkıyla geçirelim.
yeri gelmişken, kuzu yiyelim arkadaşlar. dana ne ya saman gibi. (gerçi geçen akşam göztepe vino'da on numara bi dana lokum yedim o ayrı. ama üç gram ete o kadar para verdik, güzel olmasa yıkardım o gezegeni zaten.)
bu arada, şu an moda'da plastik mermiler konuşuyor. ben bu esnada evde şarap içiyorum. bakın hatırlarsanız baştan söyledim, kafam güzel, bu yazı dağınık olacak ve siz kusura bakmayacaksınız. bu hatırlatmaya güvenerek konuyu dağıtıyor ve diyorum ki, evde yaşadığımız mini hazlardan utandıran şu dünyanın şirazesini öpeyim. evinde yemek yiyip film izleyen insanım abi ben, yaşantım bundan ibaret, neden beni bu kadarcık hayattan utandırıyorsun? neden ben şu iki yudum yüzünden vicdan azabı çekmek, "ne işim var benim evde, ama bu kafayla da çıkılmaz ki, allah benim tepemden baksın e mi" demek zorundayım? kahrolsun bağzı şeyler, yerin dibini görsün hala derdimizi anlamayanlar. kendinden ayırmadıkların tarafından yanlış anlaşılmak ne kadar derin bir yalnızlık, bunu hiç düşündün mü? allah düşündürmesin kardeşim.
konuya dönecek olursak...
biliyorsunuz burada bir "bekar ve tembel" teması var. işten yorgun gelen insanın zahmet etmeyen hazırlayabileceği şeylerden bahsediyorum özetle. fakat bir de, evde zamanım ve keyfim varken yaptığım başka şeyler var ki, "evde yaşanan mini haz" dedikleri öyle şeyler işte. tamamen sahte şekerden ibaret saçma sapan soğuk kimyasallar değil. onları da "evde tek başına" olarak serileştirmeye karar verdim.
şimdi... gittiniz migros'a, baktınız ki kuzunun külbastısı güzel görünüyor. aldınız onu. dursun bi köşede, hemen ona girişmiyoruz.
çünkü daha patatesimiz ve patlıcanımız var.
şimdi aslında bunlar fırın gerektiren şeyler ama benim fırınım ısrarla yok tamam mı, o yüzden çok tatlı alternatif yöntemler geliştirdim. aldık bir patatesi mesela, alüminyum folyoya sarıp ocağın üzerine koyduk. direkt ocağın üzerine ama, arada bir şey olmaksızın. orta ateşte duradursun o, hiç acelesi yok. kalsın öyle.
yan ocakta, bu sefer bir adet bostan patlıcanı yine folyoya sarıp ocağın üzerine koymuş olalım. bu sefer dakika tutmadım ama önceden tutmuşluğum var, her tarafını beşer dakika ateşte tutmak yetiyor. bostan patlıcanını büyük görünce "öeh" demeyin yalnız, yarısı çekirdek onun zaten. nerede eski patlıcanlar kuzum.
patlıcanın o beş dakikaları geçerken, bir ufak domates, bir sap taze soğan, iki dal nane ve istersek iki üç dal maydonozu (ama ben istemedim) doğrayaduralım. bunları bir kaba alıp, bu arada patlıcan hala ocakta, bir adet kırmızı kapya biberi folyolayıp diğer ocağa alalım. onu öyle her yanını beşer dakika tutmaya filan gerek yok, her tarafını ateşe bir iki dakika tutunca bile olur. olunca alıp onu da doğrayalım salatanın içine - ama isterseniz en sonra bırakıp üzerini kaplamak için de kullanabilirsiniz. bu sizin dekorasyon duygunuzla alakalı. ben homojen salatalardan hoşlandığım için her şeyi birlikte doğramayı tercih ediyorum. acaba "stabilite" insanı mıyım? ahah ben mi ayol? yoo hiç değilim aslında. bu "salatada homojenize olma" takıntımı biraz düşüneyim ben, dünyaya salata tercihlerim üzerinden bir anlam vereyim çünkü en mantıklısı bu. hıhım.
özetle böyle oldu. evde iki şarap daha var ama gittim yenisini aldım. çünkü onları yalnız değilken almıştım, yalnız içmek istemedim. |
yalnız patates hala olmuş değil dikkat edersen. dakika tutmadım keşke tutsaydım, fakat ara ara çevirmek kaydıyla yarım saatten fazla kalmıştır o. folyo bir noktada yarılıyor, o yarıktan bıçak soktum ara sıra, "hmm yumuşamış, taam o zaman" diyene kadar çevirmeye devam ettim. haşlama yapar gibi düşünün, tabii o kadar yumuşak olmasını beklemek sabır ve "beklenti" meselesi ama ben sabırsız bir insanım.
neyse, patates için "tamam herhalde" deyince aldım onu da. kabuğunu soymadan, boyuna ikiye ayırdım. evde dilimli kaşar vardı, patates yarımlarının üzerine yarım dilim kaşar koydum. üzerine fesleğen, kekik, pul biber ve kimyon serptim azar azar. sonra onları bir teflon tavaya alıp, yağ koymayıp, kapağını da kapatıp, orta ateşe koyuverdim. (küçük ocağın değil, orta ocağın orta ateşine.)
o esnada sıra ete geldi nihayet. ilk iş, tavanın altını açtım o ısınadurmaya başladı.
bir adam var ya, yutup'ta bir sürü videosu var, acayip pasaklı ama bir o kadar da yakışıklı ve becerikli. james? jamie? oliver? - adı her neyse, işte öyle bir adam, neticede yemek yapıyor ve yakışıklı. o adamdan kalmış aklımda, eti zeytinyağlayıp ve tuzlayıp pişirmek. aslında kuzu yeteri kadar yağlı bir ettir fakat zeytinyağı fikri hoşuma gitmiştir her zaman. külbastıların (iki parça) her iki tarafını da önce tuzlayıp sonra azcık zeytinyağladım. zaten azcık tutunca oluyor, tabii siz yerili usûl "çok pişmiş" sevmiyorsanız. eti çok pişirmeyin arkadaş, kuruyup anlamsızlaşıyor. çok uzatmamak lazım hiçbir şeyi. tadında bırak, neyse o olarak kalsın. uzatınca artık başka bir şey haline geliyor, sen aslında kendi yarattığın şeyi seviyor oluyorsun ama bunun farkına bile varamıyorsun. o yüzden, uzatma birader, neyse o.
ne diyorduk ya, ha et oldu değil mi... o arada patatesin kaşarı da yeterince eridi. aslında tam dilim tabii ki daha iyi olur ama ne bileyim, şimdi akar tencereye yapışır filan, uğraşmak istemedim. ondan yani, yoksa tembel insan değilseniz daha çok kaşar koyun tabii.
sonra işte onları aldım, tepsiye koydum, salona getirdim. muson düğünü'nü uzun zamandır izlemek istiyordum, onu açtım karşıma. filmden beklentim daha yüksekti açıkçası. beni gerçekten duygulandıran tek bir sahne oldu ama onu söylersem spoiler olur şimdi. izleyince anlarsınız. anlamayanlar eqlemesin. (ipucu: köprü üzerinde filan mesela...)
çok tatlı bir akşam olurdu aslında da, plastik mermi yemeseydik iyiydi. şimdi bunlara tepki gösterince sen kötü-düşüncesiz-gaza gelen-cahil oluyorsun ya, işte ben ona dayanamıyorum asıl.
olmaz ama, eğer bir gün herhangi bir yerde "iktidar sahibi" olursam, o gün benim yanımda olmayın hacı. hiçbirinizi tanımayacağım çünkü, "üç gün önce neredeydin şerefsiz" diyerekten yanımda kimseyi istemeyeceğim. ama zaten muhtemelen bu yüzden, hiçbir zaman iktidar sahibi olamayacağım. ahah bu çok ironik değil mi? neyse özetle, şerefine panpa. ben şarabımı yine içiyorum hamdolsun, ama sen tiksinilmekten kurtulamayacaksın.
afiyetler,
göksun.
Etiketler:
evde tek başına,
kırmızı et,
patates,
patlıcan,
şarap
9 Eylül 2013 Pazartesi
inciraltı'nda islim kebaplı edith piaf
(dikkat dikkat, spoiler veriyorum! yazının sonunda edith piaf'ı andım, ilk baştaki patlıcan meselesiyle çok uygun düşmüyor ama bence siz yine de okurken şunu bir dinleyin: http://www.youtube.com/watch?v=arE9tIculcA -
buyrun bu da tercümesi https://eksisozluk.com/entry/4655220)
ya ben burayı çok fazla boşladım, hiçbir şey yapmadığım için. sabah bir merak ettim, acaba hala giren çıkan var mı diye; yine bayağı iyi durumdaymışız. diğer bloglarda o kadar hukuk o kadar varoluş kasıyorum ipleyen yok, buradaki ıslak kek tarifi tam 19955 kere tıklanmış. insanın işi gücü bırakıp yemek yapası geliyor. dur bir ara bunun bunalımına da gireyim ben.
burada olmadığım zamanlarda elbette ki bir şeyler uydurmaya devam ettim ama mutfak şevkim kırıldı bir kere. geçenlerde dolma yapmıştım mesela, altı üstü sekiz parça kabak, arkadaş üç gün onu yedim ben. öyle şevklenme mi olur.
aslında üç ayrı yazı olabilecek malzemeyi, burada tek bir defada çıkarmak niyetindeyim. buyrun önce köfteli patlıcanımızı yapalım, akabinde inciraltı'nda rakımızı içelim ve en nihayet tekrar eve gelip film karşısında keyif yapalım.
*
geçen gün yemek yapmıyor olmaktan sıkılıp mutfağa gireyim dedim. adını bilmiyorum onun ama, hani var ya patlıcanları uzun uzun dilimleyip + şeklinde koyup ortasına köfte konduruyorsun. ondan yaptım.
bu arada baktım şimdi, "islim kebabı" deniyormuş. fakat ben o tarifi kullanmadığım için, kendime islim kebabı yaptım da diyemiyorum. adına "artı patlıcan" diyebiliriz mesela. güzel oldu, damağım şenlendi, midemde kelebekler uçtu filan da... bulaşıkçı şart.
köfteyi yapalım önce, aradan çıksın. fakat onu yapmadan önce, patlıcanları uzun uzun doğrayıp tuzlu suya koymuş olalım ki, o arada acısı gitsin. tabii patlıcanı düzgün şekilli seçmiş olmanız lazım,
ben her şeyi iki lokma yaptığım için kıymayı 150 gr. filan kullandım. artık siz kendinize göre ayarlarsınız. işte o kadar kıymaya avcumun dibi kadar ekmek içi ufaladım. yalnız bu kıvam işi benim kafadan tutturabildiğim bir şey değil, "olmazsa eklerim" diyerek koydum ekmeği, en son bir denedim, çalıştı. yarım soğanı kıyıp tuzla ovdum. ovduktan sonra durulanır mı bilmiyorum ama ben duruluyorum. salça koymasam olmazdı, ama tadı belirgin olsa o da olmazdı, o yüzden tam dolmamış bir tatlı kaşığı salça ekledim. (bu arada on bininci tekrar ama olsun. bu blogda kırmızı et=kuzu, tavuk=ızgara tava ve salça=biber salçasıdır her zaman.)
kimyon, karabiber ve tuz tabii ki. patlıcana girmeyecek olsa kekik de serperdim biraz, isterseniz kullanın ama pek yakışmayabilir. unutmadan, bir diş de sarımsak ezdim içine. ve hayır, yumurta kırmıyoruz. kadınbudu olmayan köftede yumurtayı gereksiz buluyorum.
kızarttım onları, bir köşede duradurdu. derken patlıcanlara geçtik.
patlıcan sünger gibi bir şey olduğu için, yağa atmadan önce suyunu iyi almak lazım. her tarafınıza bulaşmasın sonra. önlü arkalı kızarttıktan sonra alalım, + şeklinde koyalım, ortasına köfteyi koyup kenarlarını kapatalım. aslında mantıklı olan, patlıcanı biber ve halka domates eşliğinde kürdanla tutturmak. fakat ben öyle yapmak istemedim. te bin yıl önce burak bana başka bir meze için taze soğan yaprağını kullandırmıştı, onu denedim. taze soğanın yaprağını alıp sıcak suda azcık bekletiyorsunuz, kayış gibi oluyor. sonra onu alıp ip gibi kullanaraktan patlıcana fiyonk kondurabilirsiniz. çok da tatlı oldu bence yeşil yeşil.
çok fazla pişirmeniz gerekmiyor, çünkü zaten her şey pişmiş durumda. kaynayınca altını kısıp on dakika da öyle tutun, bence yeterli. afiyet olsun :)
*
yukarıda burak dedim ya, işte onunla çok enteresan bir şekilde tekrar buluştuk. taze soğan yaprağı meselesi tam 4 sene önceydi, o günden bugüne ise hayatta olup olmadığını dahi bilmiyordum. derken geçenlerde sokakta karşılaştık - meğer evlerimizin arası otuz saniyeymiş. çayla başlayan sohbet rakıya ilerledi, derken bir baktık ki inciraltı meyhanesi'ndeyiz.
orayı zaten merak ediyordum, çünkü atlas'ın geçtiğimiz aylarda verdiği istanbul'un meyhaneleri ekinde de bahsedilmişti kendisinden. ama gidememiştim.
meyhane denince benim aklıma kahkaha gelir. kafalar güzel olunca insanlar fondaki şarkıya eşlik eder filan mesela. yan masada eski solcu amcalar ve teyzeler vatan kurtarır, arkada aşık bir çift rakıdan değil birbirinden sarhoş olur, ötede 3-5 genç adam eski sevgili muhabbeti yapar, beride 3-5 genç kadın da eski sevgili muhabbeti yapar, biz özlemle kahkaha atarız, murat hepimize küfreder, ziya abi'den buz istenir, ömer abi hesapları karıştırır, kadeh bitince ben doldururum. meyhane dediğin böyle bir yerdir.
inciraltı ise, meyhaneden çok rakı içilen bir restoran gibi. her şey çok düzgün, müşteri kitlesi "beyaz," personelin davranışı "işçisin sen işçi kal" standardına uygun. ayol şarap tatmaya gelmedim ben rakı içiyorum, neden bana efendinmişim gibi davranıyorsun? sana da bir kadeh koyalım, olsun bitsin.
öte yandan, kimi durumlarda inciraltı gibi yerler hayat kurtarır. mesela aileyle gidilir, kızla gidilir, dört yıldır ilk defa görüştüğün biriyle gidilir, bunlar olur. ama başka zaman gerek yok. mekan görme peşindeyseniz onu bilemem.
yalnız bu dediklerim "hof çok sıkıldım :/" gibi anlaşılmasın. fakat masayı güzel kılan şey bulunduğu mekan değil, üzerinde dönen sohbetti. ki bunun da ortamla alakası yoktu. kayıtlara geçsin.
yiyip içtiğimize gelince...
- arnavut ciğeri fena değildi, ciğer sevmeyen biri olarak sorunsuz yedim. fakat kimyonsuzdu. kimyonsuz ciyere karşıyız.
- patlıcan salatası da aldık; ben ısrarla onun hazır patlıcan olduğunu iddia ediyorum ama burak aksi görüşte. gidince deneyin, tok bir tadı olmadığını göreceksiniz.
- beyin tava aldık ama ben beyin insanı değilim. yani yiyemeyişmin restoranla alakası yok. burak kötü bir şey söylemedi.
- balık turşusu aslında güzel olabilirmiş fakat defne tadından hoşlanmıyorum. zevk meselesi, yoksa mezenin kendisine bir itirazım yok.
- beyaz peynir daha iyi olabilirdi, tamam bu da iyi ama tadı damağını doldurmuyor. gümbür gümbür bir peynir değil yani.
- dövme hıyar salatası pek güzeldi. benzerini kadıköy çarşı'daki nisan'da yemiştim, başka yerde de rastlamadım. yani kıyaslama yapabilecek durumda değilim, ama bunu gerçekten beğendim.
- adını hatırlamadığım bir meze daha yedik, kuru domatesin içine balık koymuşlar. benim favorim bu oldu, iyi fikir, iyi uygulama.
tüm bunlar, iki küçük efe'ye mezelik etti. rakılarla beraber toplam 230 küsür lira verdik, sanırım 234. ne yapalım, olacak o kadar.
özetle, evet güzel, nezih, düzgün, gidilir. ama "gerektiği" zaman.
*
peki buraya gitmek, ne zaman gerekmez?
geçtiğimiz salı, evde geçirdiğim ender akşamlardan birini yaşadım. bir süredir haftaiçi ve sonu mütemadiyen sokaklarda olduğum için, koltukta pineklemeyi çok acayip özlemiştim.
normalde evde içen biri değilim, yalnızken de içmem. fakat o akşam evde olmak beni o kadar mutlu etti ki, canım rakı içmek istedi. dolapta da vardı, şalgam da vardı üstelik, hemen gittim yoğurt ve salatalık aldım. hemen bir cacık, içine azıcık da taze soğan kıyılmışından. derhal beyaz peynir, üzerine zeytinyağı kekik ve pulbiber gezdirilmiş. ooooh hayat bana güzel. bir de film koydum kendime, edith piaf'ı anlatan. non je ne regrette rien eşliğinde yudumladım nevalemi. ne güzel şarkıymış, ne güzel kadınmış arkadaş. bizim rakı içen kadın hastası tipler rakı bilmeyen edith abla'mın kılına kurban olsun.
işte bu zaman gerekmez. hatta bunun için, aksine, evden çıkmaman gerekir. "evde yaşanan mini hazlar" bunlar işte bebeyim, saçma sapan cinsiyetçi reklamlara kanmayalım.
*
öperim,
göksun.
buyrun bu da tercümesi https://eksisozluk.com/entry/4655220)
ya ben burayı çok fazla boşladım, hiçbir şey yapmadığım için. sabah bir merak ettim, acaba hala giren çıkan var mı diye; yine bayağı iyi durumdaymışız. diğer bloglarda o kadar hukuk o kadar varoluş kasıyorum ipleyen yok, buradaki ıslak kek tarifi tam 19955 kere tıklanmış. insanın işi gücü bırakıp yemek yapası geliyor. dur bir ara bunun bunalımına da gireyim ben.
burada olmadığım zamanlarda elbette ki bir şeyler uydurmaya devam ettim ama mutfak şevkim kırıldı bir kere. geçenlerde dolma yapmıştım mesela, altı üstü sekiz parça kabak, arkadaş üç gün onu yedim ben. öyle şevklenme mi olur.
aslında üç ayrı yazı olabilecek malzemeyi, burada tek bir defada çıkarmak niyetindeyim. buyrun önce köfteli patlıcanımızı yapalım, akabinde inciraltı'nda rakımızı içelim ve en nihayet tekrar eve gelip film karşısında keyif yapalım.
*
geçen gün yemek yapmıyor olmaktan sıkılıp mutfağa gireyim dedim. adını bilmiyorum onun ama, hani var ya patlıcanları uzun uzun dilimleyip + şeklinde koyup ortasına köfte konduruyorsun. ondan yaptım.
bu arada baktım şimdi, "islim kebabı" deniyormuş. fakat ben o tarifi kullanmadığım için, kendime islim kebabı yaptım da diyemiyorum. adına "artı patlıcan" diyebiliriz mesela. güzel oldu, damağım şenlendi, midemde kelebekler uçtu filan da... bulaşıkçı şart.
fotoğrafın kaynağı için lütfen tıklayınız. |
köfteyi yapalım önce, aradan çıksın. fakat onu yapmadan önce, patlıcanları uzun uzun doğrayıp tuzlu suya koymuş olalım ki, o arada acısı gitsin. tabii patlıcanı düzgün şekilli seçmiş olmanız lazım,
ben her şeyi iki lokma yaptığım için kıymayı 150 gr. filan kullandım. artık siz kendinize göre ayarlarsınız. işte o kadar kıymaya avcumun dibi kadar ekmek içi ufaladım. yalnız bu kıvam işi benim kafadan tutturabildiğim bir şey değil, "olmazsa eklerim" diyerek koydum ekmeği, en son bir denedim, çalıştı. yarım soğanı kıyıp tuzla ovdum. ovduktan sonra durulanır mı bilmiyorum ama ben duruluyorum. salça koymasam olmazdı, ama tadı belirgin olsa o da olmazdı, o yüzden tam dolmamış bir tatlı kaşığı salça ekledim. (bu arada on bininci tekrar ama olsun. bu blogda kırmızı et=kuzu, tavuk=ızgara tava ve salça=biber salçasıdır her zaman.)
kimyon, karabiber ve tuz tabii ki. patlıcana girmeyecek olsa kekik de serperdim biraz, isterseniz kullanın ama pek yakışmayabilir. unutmadan, bir diş de sarımsak ezdim içine. ve hayır, yumurta kırmıyoruz. kadınbudu olmayan köftede yumurtayı gereksiz buluyorum.
kızarttım onları, bir köşede duradurdu. derken patlıcanlara geçtik.
patlıcan sünger gibi bir şey olduğu için, yağa atmadan önce suyunu iyi almak lazım. her tarafınıza bulaşmasın sonra. önlü arkalı kızarttıktan sonra alalım, + şeklinde koyalım, ortasına köfteyi koyup kenarlarını kapatalım. aslında mantıklı olan, patlıcanı biber ve halka domates eşliğinde kürdanla tutturmak. fakat ben öyle yapmak istemedim. te bin yıl önce burak bana başka bir meze için taze soğan yaprağını kullandırmıştı, onu denedim. taze soğanın yaprağını alıp sıcak suda azcık bekletiyorsunuz, kayış gibi oluyor. sonra onu alıp ip gibi kullanaraktan patlıcana fiyonk kondurabilirsiniz. çok da tatlı oldu bence yeşil yeşil.
çok fazla pişirmeniz gerekmiyor, çünkü zaten her şey pişmiş durumda. kaynayınca altını kısıp on dakika da öyle tutun, bence yeterli. afiyet olsun :)
*
yukarıda burak dedim ya, işte onunla çok enteresan bir şekilde tekrar buluştuk. taze soğan yaprağı meselesi tam 4 sene önceydi, o günden bugüne ise hayatta olup olmadığını dahi bilmiyordum. derken geçenlerde sokakta karşılaştık - meğer evlerimizin arası otuz saniyeymiş. çayla başlayan sohbet rakıya ilerledi, derken bir baktık ki inciraltı meyhanesi'ndeyiz.
orayı zaten merak ediyordum, çünkü atlas'ın geçtiğimiz aylarda verdiği istanbul'un meyhaneleri ekinde de bahsedilmişti kendisinden. ama gidememiştim.
böyle bakınca bayağı meyhane aslında ama... |
inciraltı ise, meyhaneden çok rakı içilen bir restoran gibi. her şey çok düzgün, müşteri kitlesi "beyaz," personelin davranışı "işçisin sen işçi kal" standardına uygun. ayol şarap tatmaya gelmedim ben rakı içiyorum, neden bana efendinmişim gibi davranıyorsun? sana da bir kadeh koyalım, olsun bitsin.
öte yandan, kimi durumlarda inciraltı gibi yerler hayat kurtarır. mesela aileyle gidilir, kızla gidilir, dört yıldır ilk defa görüştüğün biriyle gidilir, bunlar olur. ama başka zaman gerek yok. mekan görme peşindeyseniz onu bilemem.
yalnız bu dediklerim "hof çok sıkıldım :/" gibi anlaşılmasın. fakat masayı güzel kılan şey bulunduğu mekan değil, üzerinde dönen sohbetti. ki bunun da ortamla alakası yoktu. kayıtlara geçsin.
yiyip içtiğimize gelince...
- arnavut ciğeri fena değildi, ciğer sevmeyen biri olarak sorunsuz yedim. fakat kimyonsuzdu. kimyonsuz ciyere karşıyız.
- patlıcan salatası da aldık; ben ısrarla onun hazır patlıcan olduğunu iddia ediyorum ama burak aksi görüşte. gidince deneyin, tok bir tadı olmadığını göreceksiniz.
- beyin tava aldık ama ben beyin insanı değilim. yani yiyemeyişmin restoranla alakası yok. burak kötü bir şey söylemedi.
- balık turşusu aslında güzel olabilirmiş fakat defne tadından hoşlanmıyorum. zevk meselesi, yoksa mezenin kendisine bir itirazım yok.
- beyaz peynir daha iyi olabilirdi, tamam bu da iyi ama tadı damağını doldurmuyor. gümbür gümbür bir peynir değil yani.
- dövme hıyar salatası pek güzeldi. benzerini kadıköy çarşı'daki nisan'da yemiştim, başka yerde de rastlamadım. yani kıyaslama yapabilecek durumda değilim, ama bunu gerçekten beğendim.
- adını hatırlamadığım bir meze daha yedik, kuru domatesin içine balık koymuşlar. benim favorim bu oldu, iyi fikir, iyi uygulama.
tüm bunlar, iki küçük efe'ye mezelik etti. rakılarla beraber toplam 230 küsür lira verdik, sanırım 234. ne yapalım, olacak o kadar.
özetle, evet güzel, nezih, düzgün, gidilir. ama "gerektiği" zaman.
*
peki buraya gitmek, ne zaman gerekmez?
seninle bir rakı içseymişiz edith abla. |
normalde evde içen biri değilim, yalnızken de içmem. fakat o akşam evde olmak beni o kadar mutlu etti ki, canım rakı içmek istedi. dolapta da vardı, şalgam da vardı üstelik, hemen gittim yoğurt ve salatalık aldım. hemen bir cacık, içine azıcık da taze soğan kıyılmışından. derhal beyaz peynir, üzerine zeytinyağı kekik ve pulbiber gezdirilmiş. ooooh hayat bana güzel. bir de film koydum kendime, edith piaf'ı anlatan. non je ne regrette rien eşliğinde yudumladım nevalemi. ne güzel şarkıymış, ne güzel kadınmış arkadaş. bizim rakı içen kadın hastası tipler rakı bilmeyen edith abla'mın kılına kurban olsun.
işte bu zaman gerekmez. hatta bunun için, aksine, evden çıkmaman gerekir. "evde yaşanan mini hazlar" bunlar işte bebeyim, saçma sapan cinsiyetçi reklamlara kanmayalım.
*
öperim,
göksun.
Etiketler:
evde tek başına,
inciraltı,
meze,
patlıcan,
rakı
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)